Diyarbakır benim bir parçam, ben de Diyarbakır’ın bir parçasıyım’ -
Diyarbakır benim bir parçam, ben de Diyarbakır’ın bir parçasıyım’
Diyarbakır insanını en iyi anlatan yazarlardan biri olan Mıgırdiç Margosyan dört yıl aradan sonra yeniden düzenlenen Diyarbakır Kitap Fuarı’nın onur konuğu oldu. Margosyan’la yazın hayatını ve değişen Diyarbakır’ı konuştuk.
Diyarbakır Ermenilerini, insanını en iyi anlatan yazarlardan biridir Mıgırdiç Margosyan. Hem içeriden bir göz taşır, hem de o gözü karakterleri üzerinde gezdirirken gerçekten yaşıyor olduklarını hatırlatır. Öyle ki hiç tanımayan da tanır, hiç gitmemiş olan, uzak olan da bilir, insanı da coğrafyayı da daha yakından daha içten görmüş olur. Tam da bu yüzden TÜYAP tarafından beş yıl aradan sonra 25-30 Eylül tarihleri arasında altıncısı düzenlenecek Diyarbakır Kitap Fuarı’nın onur konuğunun da Mıgırdiç Margosyan olması tesadüf değil. Gündelik gerçekliği anlatırken tarihsel arka plandan da kopmayan, acıyı mizahla yoğurup kendine özgü bir dil yakalayan Margosyan’la, hem artık değişen, varılamayan Diyarbakır’ı hem de artık orada olmayan, göçen insanları konuştuk.
Diyarbakır sizin yolculuğunuzun başladığı, edebiyatınızın yeşerdiği, karakterlerinizin kelimelerinizin oluştuğu yer, Diyarbakır’da onur konuğu olmak nasıl bir duygu?
Benim Diyarbakır’a gidişim, kitap fuarına katılmış olmam hoş, güzel bir şey ama diğer yandan da bir onur konuğu olmak çok da sıcak gelmedi bana, bir yerde bir şeyin onur konuğu olmak bana ters geliyor çünkü. Ben konuk değilim ki Diyarbakır’ın özüyüm, ben Diyarbakır’ım, ben orada misafir değilim, dolayısıyla konuk olamam. Ama lütfetmişler, beni böyle bir sıfatla çağırmışlar, güzel bir şey, diğer yandan da ben Diyarbakır’a, fuara sade bir yazar olarak da gitmeyi tercih ederdim.
Ne olursa olsun Diyarbakır sizi hep çağırıyor sanki..
1953’de Diyarbakır’dan ayrıldım ben, Diyarbakır’la olan ilişkimi zaten hiç koparmadım, Diyarbakır hep vardı, orada yaşadım, ‘Gavur Mahallesi’ni de anlattım, bunlar önemliydi ama ben zaten her zaman Diyarbakır’la yatıp kalkan biriyim. Diyarbakır benim bir parçam, ben de onun bir parçasıyım.
Sizin yaşadığınız Diyarbakır ile günümüzdeki Diyarbakır aynı değil artık, çok değişti...
Aslında bu sadece Diyarbakır için geçerli değil, birçok yer için geçerli, zaman zaman “ah nerede eski günler” deriz. O zaman orada gerçekten, iç içe yaşayan, Türk, Kürt, Süryani, Arap, hep birlikte yaşayan insanların olduğu Diyarbakır’dan bahsediyorsak, 1940’lı, 50’li yıllardan, o daracık sokaklardan, o kültürden bahsediyorsak zaten o kültür maalesef bugün zerre kadar kalmış değil. Diyarbakır bizim bildiğimiz gibi değil, klasik birkaç mahallesiyle birlikte mekân da değişti, yüksek binalar dikildi, benim bahsettiğim Diyarbakır yok artık... Bana bazen oraya birlikte gittiğim okuyucular, öğrenciler sorarlar, “Bu anlattıklarınız gerçek midir?” derler, ben de derim ki, “Hayal kurmadım hepsi gerçekti, özündeki Diyarbakır bu” onlar da hayret ediyorlar nasıl böyle bir Diyarbakır’ı kaybettik diye...
Diyarbakır değişti, herkes göçtü... Ermeniler de kalmadı
Sadece Diyarbakır değil, Anadolu’da da Ermeni kalmadı ki... Hepsi göçtü, nedenleri uzun uzun tartışılabilir ama gerçek olan şu ki bu coğrafyanın kadim halkları, coğrafyanın yerleşik halkları Türkler, Kürtler Ermeniler zamanında o kadar iç içe yaşadılar ki bugün artık o kültür de kalmadı, birbirini dışlayan ötekileştiren bir toplum olduk.
Sizin anlattığınız zamanlarda, insanlarda bir yoksulluk var, keder var, Ermenilerde trajediyle oluşmuş bir kimlik var ama sanki sizin dilinizde bütün bu acıları hafifleten, daha katlanır kılan bir mizah var.
Özellikle acıyı hafifleteme ya da tam aksine kanırtma gibi bir yaklaşım içinde olmadım, bu benim yaşam üslubum, bir şeyi ‘kör göze parmak’ olarak anlatmanın bir anlamı yok, gören göz onu zaten görüyor. Geçmişteki acıların yanında tatlı anılar da vardır. Gayret etmeden, farkında olmadan bir harmoni yaptım kendimce, yerine göre acı bir olayı bir espriyle geçiştirip böylelikle onun çok daha vurgulayıcı olacağını düşündüm, direkt söylemek yerine dolaylı ve satır aralarında söyleyişin daha etkili olduğuna inanıyorum. Yaşam da her zaman acı ya da her zaman tatlı olmuyor.
Ermeni bir yazar olarak yazarken çekinceleriniz oluyor mu?
Herhangi bir şeyi direkt söylemeyi tercih etmem, ‘soykırım’ tabiri misal genellikle kabul edilmez, benim içinse kafile kelimesi daha anlamlı bile olabilir çünkü benim babam bir kafile artığı, o yörenin insanları birbiriyle konuşurken kafile derler, çocukluğumda duyduğum kafile kelimesi bu yüzden daha etkileyici bile olabiliyor benim için. Doğru olduğuna inandığım bir şeyi söylemekten vazgeçmedim, kendime karşı olan saygımı yitirmeyeyim diye. Kendi doğrularımı da ne yüceltmek, ne de o düşüncelerle ah vah etmek istedim, insanlar, okuyucu ne kadarını alır, ne kadarını almaz, nasıl yorumlar bilemem, bu benimle okuyucu arasında bir diyalogtur. Orada önemli olan okuyucuyla o bağı kurarken düşündüklerimi çekinmeden ifade etmek, çünkü suya sabuna dokunmayacaksak da hiç yazmayalım daha iyi.
Artık İstanbul’da Ermenice okuyan okur çok azaldı, yazdığınız ‘Gavur Mahallesi’ ise 20. baskısını yaptı, geniş bir kitleye uzandı. Ermenice yazmak, Türkçe yazmak, anadil, Margosyan’ı nasıl etkiler?
Asıl mesleğim Ermenice öğretmenliğiydi ve okullarda yöneticilikti, okullarımızdaki Ermeni dil ve kültürüne olan ilgiyi çok iyi biliyorum, Diyarbakır’dan gelirken 15 yaşından sonra Ermenice’yi öğrenmiş bir insan olduğumu da biliyorum. 15 yaşına kadar anadilini öğrenmemiş bir insan olarak burada onun ezikliğini yaşadım, belki de onun getirdiği bir psikolojik baskıdır, ben gayriihtiyari Diyarbakır’la olan ilişkilerimi hep Ermenice yazarak sağladım. İlk hikâyelerim Marmara gazetesinde Ermenice yayımlandı. Sonra o hikâyeler -1988’di- kitap oldu, kitap da sonra Paris’te Ermeni yazarlara verilen bir ödül aldı. O zaman Bebekus yayınevi Türkçe yayımlayalım dedi, tercüme edemem ama tekrar yazarım dedim, öyküleri bir bir Türkçe yazdım. Sonra sıra kitap ismine geldiğinde de ‘Gavur Mahallesi’ olsun mu olmasın mı dedik, sonradan düşündüler “adamın anlattığı yer Gavur Mahallesi kendisi de Gavur, öyle koyalım” dediler, koyduk, hem çarpıcı bir isim oldu hem de gerçekti, onu, o mahalleyi zaten öyle ben icat etmedim, doğdum, büyüdüm işte orası hep Gavur Mahallesi’ydi.
‘Gavur Mahallesi’ Aras Yayınları gibi bir yayınevinin de kurulmasına vesile oldu, günümüzde de Türkçe’ye çevrilmiş Ermeni edebiyatı da Aras’ın elinden geçiyor ve bu da çok önemli.
‘Gavur Mahallesi’ baskısını yaptı ve Aras Yayıncılığın da kurulmasına vesile oldu. Aras Yayınları bir kapı araladı, bugün 200’den fazla yayımlanmış kitap var. Herkes Ermenice bilmiyor ve okuyamıyor, Aras’ın kurulmuş olması bu anlamda önemli, hatta umduğumuzdan daha fazlasını da verdi. Aras’ın bir avantajı da şu oldu ki bizim Ermenice bilmeyen Ermeniler, tercüme ettiğimiz kitaplarla birlikte Ermeni edebiyatıyla tanışmış oldular. Diğer yandan Ermenilerle ilgili bir mesele ya da bir konu hakkında bilgi edinmek isteyenler için hangi etnik kökenden olursa olsun farketmez bir müracaat kapısı da oldu, güzel oldu.
MARGOSYAN ŞEREFİNE ÖZEL BASKI
Aras Yayınları hem Margosyan’ın 80. yaşı, hem de Diyarbakır Kitap Fuarı’nda konuk olması şerefine özel bir baskı hazırladı. Tüm eserleri tek bir ciltte toplanan ve ‘Fıllaname’ olarak adlandırılan toplu baskının kendine özgü bir içeriği de var. Bir kereye özgü, tek bir baskı olacak olan ‘Fıllaname’de Emre Zeytinoğlu’nun Margosyan öykülerinden yola çıkarak yaptığı çizimler de yer alıyor. Kitap ilk kez fuarda satışa çıkacak.
Bu haber hurriyet kaynağından gelmektedir.
Haber metninde yer alan görüşler haber kaynağı (hurriyet) ve yazarına ait olup,
bolsohays.com sitesi haber hakkında herhangi bir görüş üstlenmemektedir.
Opinions expressed are those of the author(s)-(hurriyet). They do not purport to reflect the opinions or views of bolsohays.com