Kirkor Ceyhan için -
Kirkor Ceyhan için
Bu ülkede yaşamak zordur; çalışmak ve emeğin karşılığını almak, dilediğince neşelenmek, doyasıya eğlenmek ya da yas tutmak, içtenlikle gülmek ya da ağlamak, sevmek ya da nefret etmek, düşünmek ve düşündüğünü uygulayabilmek, konuşmak ve paylaşmak, söylemek ya da dinlemek zordur.
Tüm bunların yanında özgürce öğrenebilmek de zordur ki bu durum belki de en acı verenidir.
“Öğrenmek” kavramının, diğer zorlukların yanında ayrı bir konumunun olduğunu söylemeliyim; çünkü bu kavram burada salt gündelik yaşamı kısıtlayan bazı keyfi yaptırımlar yüzünden bizden uzağa düşmüyor. Bu da var elbette, ama öğrenmeyi engelleyen etkenler, son derece köklü bir siyasetin uzun yıllar boyu yürürlükte olduğunu anımsatıyor. Bir şeyleri öğrenmek adına bu engelleri aşmaya çalışmak ise bizi hemen birer “suçlu” yapmaya bile götürebilir. Kısacası, her şeyi öğrenmeye hevesli olmak, bilgiye erişebilme isteğine kapılmak, bu ülkedeki hiç kimseyi pek de “iyi vatandaş” yapmayacaktır.
Ama bilgiye ulaşma açısından bu ülkenin, diğer birçok ülke arasında başka bir zorluğu daha var; o da şu: Türkiye’de bilgi, o kadar geniş bir alanda, o kadar geniş bir tarihsel yelpazede ve o kadar karmaşık bir yapıda yer almaktadır ki, ortalama bir insani çabayla hedeflenen bilgilere ulaşmak ve onları yeterince elde etmek neredeyse olanaksızdır. Yani böylesine geniş ve karmaşık bir bilgi coğrafyasında hemen hemen hiçbir bilgi, farklı kültürel, ideolojik, siyasi ortamlar-arası platformda ortak noktalar bulamıyor. Herhangi bir eğilim, diğer eğilimde üretilmiş ya da onaylanmış bilgiyi değerlendirmek yerine, onu hemen yok etmeye niyetleniyor.
Böyle olunca, her bilgi bir tabuya dönüşüyor ve güncel siyasetler çerçevesinde diğerini deforme ediyor. Sonuçta, bir bilginin diğeriyle bağ kurması ve anlam kazanarak genişlemesi bir yana, elimizde bilgi olup olmadığına bile karar veremediğimiz birtakım sağlıksız verilerden başka bir şey kalmıyor.
Türkiye’nin kültürel ve tarihsel yapısı nedir? Bunun tanımı hangi gerçekler üzerinden yapılabilir? Bu tanımlar ortak bir yaşam yaratabilmişler ve özgün bir ideoloji tesis edebilmişler midir? Yoksa her ideolojinin tabu haline gelmiş bilgisi, kendi aralarında çarpışır durur mu?
Maceracı bir tavırla şu söylenebilir belki: “Bırakınız çarpışsınlar!” Gerçekten de ilk bakışta bu çarpışmanın düşünsel bir dinamizme kapı aralayacağı savunulabilir. Oysa o kapının aralanması kolay görünmüyor; yukarıda da belirtildiği gibi, egemenliği ele geçirmiş bilgi, kendisinden başka her bilgiyi yok sayıyor, o bilgiye dair tüm izleri, simgeleri, kaynakları ve o kaynaklara ulaşma yollarını yadsıyor ve unutturuyor. Baskıcı bir tavırla kendisini üreterek meşrulaşmış ve mutlak kılmış bilgi, yaşamımızda kalın bir çizgi halinde ilerleyip gidiyor.
“Kültür” denilen şey, büyük bir organizasyonun sponsorlarının ve muhafızlarının dayatmasıdır artık; tarih ise o organizasyonun ürkütücü bir anıtı… İşin gerçeği, bu organizasyona ve onun anıtına eleştiri getirenler de kendi organizasyonlarını ve anıtlarını dayatmaktan başka bir iş yapmıyorlar.
Bir rastlantı: Kirkor Ceyhan’ın öykü kitabı ile karşılaşmak
Yine de her zaman bir şansımız olabiliyor: Rastlantılar… Ne kadar iyi ki zihinleri harekete geçiren o rastlantılar pekâlâ gerçekleşebiliyor. Bir anlamda bu durum, o egemenlerin meşrulaştırdığı ve mutlak kıldığı bilgiyi temelinden sarsabiliyor; hiç olmazsa kısa bir süre için…
Televizyondaki diziler, Hollywood filmleri, ipe sapa gelmez siyasi polemikler, trafik kazaları, yolsuzluklar, kaçakçılıklar, cinayetler vb. arasında yaşarken, Kirkor Ceyhan’ın öykü kitabıyla ansızın karşılaşıvermem, yok edilmiş bir bilgiye ulaşmam adına şanstı tabii. Yıllar önce (sanırım 1996 yılı idi) ben Büyükada’da yaşarken bulmuştum o kitabı.
İskelenin hemen köşesinde küçük bir kitapçı vardır: İksidas Kitabevi… Çok ama çok küçük bir dükkân olduğu için, neredeyse oradaki tüm kitapları dışarıdan da görebilirsiniz. İşte bir gün onun önünden geçerken gözüme ilişmişti bu kitap: “Seferberlik Türküleriyle Büyüdüm”… İçeri doğru uzanıp aldım, dükkân kapısının önünde bir göz attım; kitabın başında yazarın şu notuna yer verilmişti: “Birinci Dünya Savaşı sonrası ekonomik kriz tüm dünyayı olduğu gibi, Türkiye’yi de epeyce sıkıntıya sokmuştu. Bu sıkıntılardan, Anadolu’da kendi halinde bir kasaba olan Zara da nasibini almaktaydı. Bu kitapta, Cumhuriyet reformlarının başlangıcına denk düşen 1930’lu yıllarda, bir imparatorluğun tarihinden paylarına düşeni de omuzlarında taşıyarak yaşamaya çalışan sıradan insanların dünyasından kesitler bulacaksınız. Anlatıcı, yer yer yedisi yetmişine karışmış, ilkokul çağındaki bir çocuktur.”
Kirkor Ceyhan’ın bu notunu okuduktan sonra, bize hep dayatılmış, güvenle yoluna devam eden, önüne çıkan her engeli aşan, o kendinden menkul meşru-mutlak bilgi çizgisinin dağılmaya yüz tuttuğunu ayrımsayıverdim.
Asıl tarihin, “iki ordu” diye başlayan ortaokul “tarih kitapları”nda değil de anıların ve kişisel notların yazıldığı küçük sarı defterlerde yer aldığını bir kez daha öğrendim. Heyecanlı bir durumdu bu... Zara kasabasının basit tarihi, koskoca bir “Cumhuriyet Tarihi” ile (ve dahası, “Osmanlı İmparatorluğu Tarihi”ne de değinerek) nasıl bir öykü kitabında yan yana yer almak cüretini gösterebiliyordu?
Kirkor Ceyhan’ın kitabını hemen kitapçı dükkânının karşısındaki kahvehanede okuyup son sayfayı da devirdiğimde düşündüm ki; ancak böylesine parlak bir zihin, böylesine “nükte madeni” bir dil, koskoca bir ülkenin kaderini Zara tarihi ve kendi çocukluk anıları içine sığdırabilir. Ama önemli olan şuydu: Cüret, yaşadıklarını unutmamakta ve onu diğer yaşanmışlıklarla ölçebilmekte ve paylaşabilmekteydi. İşte o zaman bu küçük sarı defterler, süslü tarih kitaplarının gösterişli tümcelerini sorgulayabilirlerdi.
Kirkor Ceyhan ile tanışmak
1998 yılı idi; yani kitabı okumamın üzerinden iki yıla yakın bir zaman geçmişti. Bir kitap fuarında, Aras Yayınları standında karşılaştım onunla. O sıralarda bir sergi için bir iş yapmıştım. Galeriye koyduğum iş, bir “Cumhuriyet Tarihi kitabı” idi. Daha açıkçası, Cumhuriyet Tarihi üzerine yaptığım bir ütopya kitabıydı bu... Hayli romantik bir kitaptı; tarihte hiç olmamış olaylar gerçekleşiyor, hiç karşılaşmamış kişiler bir araya geliyor, zamanlar ve mekânlar birbirine karışarak bir hayal-tarih yaratıyorlardı. Yani tam olarak, “olmayacak duaya âmin” kitabıydı benim yaptığım...
O kitapta yer alan bir resimde Kirkor Ceyhan da vardı; Nâzım Hikmet, sözde sürgünden dönmüş, bir grup yazar da onu Karaköy Limanı’nda karşılamışlar, bir devlet töreni varmış, yukarıdan bayraklar sarkıyormuş (filan)... Kirkor Ceyhan da (hayal bu ya) Nâzım Hikmet’in yanı başında duruyormuş.
Ben kitap fuarındaki standın önünden geçerken onu gördüm, bir sandalyeye ilişmişti ve Mıgırdiç Margosyan ile sohbet ediyordu. Ansızın bana gülerek şöyle seslendi: “Yahu, benim resmimi o büyük adamın [yani Nâzım Hikmet’in] yanına koymak nereden aklına geldi?” Anladım ki bu sorunun altında, bir alçakgönüllülükten daha farklı bir şey vardı ve sanki oracıkta hepimiz için hayli hazin bir öykü anlatılmaktaydı. Öykünün ana fikri şuydu: Kirkor Ceyhan, “büyük harf” ile yazılmış meşru-mutlak bir tarihin içinde, ne “makbul” kişilerin, ne de “sakıncalı” kişilerin arasında yer bulabilmişti. Onun hakkında hiçbir bilgi yoktu ve onun gibi daha birçok yazarın, sanatçının, bilim insanının, felsefecinin, siyasetçinin vb. unutulmaktan ya da unutturulmaktan başka bir kaderi olmamıştı. Olmayacaktı da...
Ben bu sorunun karşısında ilk anda verecek bir cevap bulamadım, birkaç saniye duraladım ve sonra şunu diyebildim: “Öykülerinizi okumuştum.” Bunun bir rastlantı eseri olduğunu ise hiç söylemedim.
Standa girdim, ben de bir sandalyeye iliştim, biraz havadan sudan bir şeyler konuştuk. Konuşmaya Mıgırdiç Margosyan da katıldı ve bizi yaptığı şakalarla hayli güldürdü. Çok fazla oturmadım, az sonra izin istedim, ikisinin de elini sıkıp kalktım.
Kirkor Ceyhan’ın tüm kitaplarını sonradan defalarca okudum, onu bu yüzden çok iyi tanıdığımı söyleyebilirim, ama yüz yüze konuşmamız bundan ibarettir.
Karşılaşmadan sonra
O karşılaşmadan bir yıl sonra, yani 1999 Ekim ayının ilk haftasında bir sabah, yine Büyükada’daki İksidas Kitabevi’nin önünden geçerken, dışarıya sıralanmış gazetelere gözüm takılmıştı; Agos’un ilk sayfasında onun resmini gördüm ve hakkında yeni bir şeyler okuyabilmek heyecanıyla hemen dükkâna yaklaştım. Resmin altında, bir hafta kadar önce, 27 Eylül’de “öldüğü” yazıyordu. Gazeteyi çekip aldım, kitapçıya hiçbir şey söylemeden tezgâhın üzerine bozuk parayı bıraktım, yeniden eve döndüm. Evdeki kitaplıkta onun, okumakta ihmalkâr davrandığım yeni kitabı duruyordu: “Atını Nalladı Felek Düştü Peşimize”...
Kitabı kitaplıktan çekip cebime yerleştirdim, evden çıkıp iskeleye indim ve karşısındaki kahvehaneye oturdum. İlk kitabı da burada okumuştum, yeni kitabı da burada okumak istedim. Kapağı açtım, bir yudum kahve içtim ve ilk sayfaya baktım; kitap şöyle başlıyordu: “Ne uğursuz sabahtı ya Rabbim! Ne kademsiz gündü başlayan!”
O şu anda bu yazıyı okusa, mütevazı, ama biraz da muzip bir gülüşle belki şöyle diyecekti: “Yahu, memlekette bunca hengâme varken, sen yazını benim ölümüm üzerine mi yazdın?”
Ben de ona yine aynı cevabı verecektim: “Öykülerinizi okumuştum.” Ama bu kez şunu da eklemeden duramayacaktım: “Sizi ben, hiç kimsenin önerisi olmadan, hiç kimsenin dayatması olmadan, hiçbir öğretinin ya da hiçbir ideolojinin ya da hiçbir siyasetin etkisinde kalmadan, sadece ben; keşfetmiş, okumuş ve üstelik çok sevmiştim.”
Resim: Emre Zeytinoğlu (1988) Soldan sağa: Agop Baronyan, Nâzım Hikmet, Kirkor Ceyhan, Selim İleri, Melih Cevdet Anday
Bu haber kulturservisi kaynağından gelmektedir.
Haber metninde yer alan görüşler haber kaynağı (kulturservisi) ve yazarına ait olup,
bolsohays.com sitesi haber hakkında herhangi bir görüş üstlenmemektedir.
Opinions expressed are those of the author(s)-(kulturservisi). They do not purport to reflect the opinions or views of bolsohays.com