6-7 Eylül’ün tanıkları anlatıyor: Sadece yağma değil canımıza kasıt vardı - Gündem
28 Mart 2024 - Հակական տոմար - Տարի : 4516 / Ամիս : Արեգ / Օր : Սիմ / Ժամ : Շանթակող

Gündem :

06 Eylül 2017  

6-7 Eylül’ün tanıkları anlatıyor: Sadece yağma değil canımıza kasıt vardı -

6-7 Eylül’ün tanıkları anlatıyor: Sadece yağma değil canımıza kasıt vardı 6-7 Eylül’ün tanıkları anlatıyor: Sadece yağma değil canımıza kasıt vardı

Bugün tarihe bir kara leke olarak geçen 6-7 Eylül olaylarının 62’nci yıldönümü. Yaşayanlar o günleri anlattı

Tarihe bir utanç vesikası olarak geçen İstanbul başta olmak üzere İzmir ve Adalar’da gayrimüslimleri hedef alan 6-7 Eylül olaylarının üzerinde 62 yıl geçti. Binlerce dükkan ve işletmenin yağmalandığı İstanbullu Rumlarla Ermenileri hedef alan yağma ve linç olaylarına tanık olanlar anlatıyor.

Sırpazan Karekin Bekçiyan:
6 Eylül’ü 7’ye bağlayan gece Büyükada’da evimizin sahibi ve babamın işvereni olan İbrahim Beylerde kalmıştım. Aile bütçesine katkı için adada çalışmaya başlamıştım. 7 Eylül 1955 sabahı, İbrahim Bey beni yanına çağırdı: “Bugün aşağıya inmeyeceksin.

Dükkânı açmayacaksın. İskeleye falan gitmeyeceksin! Bana patronunun telefonunu ver. Ben onunla konuşurum!” dedi.

İbrahim Bey, çok tedirgindi. Yüzü hiç gülmüyordu. Tepedeki evden aşağıya neden inmeyeceğimi merak ettim.

“Ne oldu? Bir şey mi var?” diyebildim.

“Sen dediğimi yap. Bugün evden dışarı hiç çıkmayacaksın!”

Dediğini yaptım. Haluk ile beraber düşünmeye başladık. Bir yandan iyi bir gün geçireceğiz, kaçamak yapacağız diye seviniyor; bir yandan da “Acaba aşağıda, İskele’de ne var, ne oluyor?” diye merak ediyorduk.

Akşama doğru hem canımız sıkıldı hem de merakımız arttı. Beraberce evden çıktık, İskele’ye doğru aşağı indik. Gördüklerimiz karşısında donup kaldık. Ne kadar Rum dükkânı, lokantası varsa yerle bir edilmiş, lokantaların masaları, sandalyeleri denize atılmıştı. Bu arada bir iki Türk’ün dükkânı da harap olmuştu.

Ertesi gün annemlerden haber aldım. Çok korkmuşlar. İstanbul’daki Rumların evleri, işyerleri, kiliseleri vb. yağmalanmış, kırıp dökülmüştü. Ermeniler de bu felaketten paylarını almışlardı. Daha önce çalıştığım berber dükkânı da saldırıya uğramış, yağmalanmış, her şey parçalanmıştı. Bir daha dükkânını açmadı. Bir zaman sonra kahrından öldüğünü öğrendim.

6-7 Eylül felaketinden sonra birçok Rum ve Ermeni Türkiye’yi terk etmek zorunda kaldı. Benim de Almanya’ya gitmemde bu olaylar etkili oldu.

•••

Hopalı Ressam Aydın Karahasan:
İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’nde öğrenime başladıktan sonra siyasi olayları gazetelerden takip etmeye çalışıyordum. Akademideki öğrencilerin, hocaların çoğu gibi ben de Menderes hükümetine karşıydım.

6-7 Eylül 1955 olayları öncesi geniş kitleleri kışkırtmak için çeşitli komplolar yapılıyordu.

Beyoğlu’nda, Karaköy’de, İstiklal Caddesi’nde yağmalanan dükkânları, evleri, işyerlerini gözlerimle gördüm! O demir kapılar, kepenkler nasıl kırılmış; içerideki mallar, buzdolapları, kumaş topları, elbiseler... Her şey, ama her şey kırıp yığılmış, yağmalanmış, sokaklara atılmıştı.

Sadece yağmalama, yakıp yıkma değil, yakalanan papazların sünnet edilmesi, kadınlara sarkıntılık edilmesi, kiliselerin, sinagogların, okulların yakılması gibi olaylar da vardı.
Olanları görünce insanlığımdan utandım!

•••

Ohannes Garavaryan:
18 yaşındaydım. Kapalıçarşı’da, Kalpakçılar Caddesi’nde, Beyazıt Kapısı’na yakın Büyük Çeşme’nin tam karşısındaki düğmeci dükkanında çalışıyordum. Ustamın adı Hagop’tu. Ustam eylül ayının başında gene eşiyle birlikte Yalova Kaplıcaları’na gitmişti. Dükkânı ben açıp kapatıyordum. 6 Eylül günü öğleden sonra, saat iki sularında Hasan Abi yanıma geldi. Telaşlı, tedirgin bir hali vardı. Müşteriler gidince, “Onnik, dükkânı derhal kapat ve doğru evine git!” dedi.

Korku ve tedirginlik içinde dükkânı kapattım. Beyazıt Kapısı’ndan çıkmamla, korkunun beni sarması bir oldu. Gördüğüm manzara korkunçtu. Koskoca Beyazıt Meydanı’nda her gün gördüğümüz, alışa geldiğimiz hiçbir şey yoktu. Ne tramvaylar çalışıyordu, ne otobüsler! Taksi veya dolmuş da yoktu. Meydanı ve yolları onlarca kamyon doldurmuştu. Kamyonların kasaları ellerinde sopalar, baltalar, demir çubuklar, kırıcı, kesici aletler bulunan hamal kılıklı insanlarla doluydu.

Ne yapacağımı şaşırdım. Bir müddet sağa sola koşturdum. Kurtuluş’taki evimize gitmek için taksi, otobüs aradım. Bulamadım. Aklım başıma geldi. Hemen Beyazıt’tan Eminönü’ne inen yokuştan aşağıya doğru koşmaya başladım. Kan ter içinde Eminönü’ne vardığımda, gördüğüm manzara beni daha da korkuttu! Galata Köprüsü açılmıştı! Karaköy’e geçmek imkânsızdı.

Birçok insan benim gibi oradan oraya koşturuyor, karşıya geçmenin yollarını arıyordu. Haliç yönüne giden tek tük taksiler üst üste insan doluydu. Yer bulup binmek imkânsızdı. Geçen her dakika, sanki beni ölüme yaklaştırıyordu. İnsanlar köprünün başında korku ve telaş içinde bekleşiyordu. Bir müddet sonra kayıkçılar Karaköy’e insan taşımaya başladı. Sekiz on kişilik kayıklara on beş yirmi kişi doluyordu. Tehlikeyi göze alarak bir kayığa bindim. Normal zamanlarda 3,5 lira olan geçiş ücreti hemen yirmi liraya çıkmıştı. Parayı pulu düşünecek zaman değildi. Battık, batıyoruz derken Karaköy iskelesine ayak bastım. Hemen Yüksek Kaldırım’a doğru koşturdum. Bir an evvel Kurtuluş’taki evimize ulaşmak istiyordum.

Gördüğüm manzara korkunçtu! Ellerinde baltalar, balyozlar, büyük büyük sopa ve demir çubuklar olan gözü dönmüş insanlar, grup grup dükkânlara, mağazalara saldırıyor. Kepenkleri, camları, kapıları kırıyor, içindekileri yağmalıyor ya da sokağa atıyordu.

•••

İzmit Bahçeşehirli Hrant Torunyan:
Baba tarafımdan İzmit Bahçecik’teniz. Babamın adı Penyamin’di. Çok iyi hatırlıyorum, günlerden Salı idi. Çok işimiz vardı. Mesai saatinden sonra, kepenkleri indirdik. Erol’la birlikte çalışıyorduk. Hava kararmıştı. Dışarıdan korkunç sesler, uğultular gelmeye başladı. Erol ne olduğunu anlamak için, hemen kepengi kaldırıp dışarı çıktı. Fakat anında geri geldi. Kepengi kapattı. İçeriden sürgüledi. Rengi solmuştu; heyecandan, korkudan titriyordu.

“Ne oldu Erol?” dedim.

“Aman Hrant Abi, dışarıda korkunç şeyler oluyor. Babıâli yönünden kalabalık geliyor, her tarafı kırıp döküyorlar!” cevabını verdi.
Dükkânımın önünde şaskın bir halde dikilirken, önümüzden ellerinde demir çubuklar, baltalar, kazmalar, sopalar bulunan güruh kimi yaya, kimi kamyonlara bindirilmiş vaziyette bağırıp çağırarak geçiyordu. Kamyonların, otomobillerin arkasına, kumaş toplarını bağlamışlardı. Kamyon kasalarına doldurdukları kumaş toplarını yere atıyorlar, kamyonlar giderken kumaş topları döne döne açılarak yerleri örtüyordu. Caddeler kumaşlarla kaplanmıştı. Korkunç bir şey! Bu insanları ilk görüyordum. Bunlar ne üniversite talebesine ne de bildiğimiz İstanbul hamallarına benziyordu. Bu insanların İstanbul dışından kamyonlarla getirildikleri belliydi.


“Dur!” diyen yoktu. Yakınımızda ünlü “Sanasaryan Han”da İstanbul İkinci Şube Müdürlüğü vardı. Yağmacılar, saldırganlar polislerin önünden geçiyor, caddeler yağmalanmış kumaşlarla kaplanıyor, ama polisler, güvenlik güçleri “Durun! Yapmayın!“ demiyordu. Ortalıkta tek bir asker yoktu. Meydan yağmacılara bırakılmış gibiydi. Gözlerimle gördüm; bazı polisler şapkalarını koltuklarının altına alarak kendilerini kalabalıklardan gizlemeye çalışıyordu. Belki de “Karışmayın, dokunmayın!“ emri verilmişti kendilerine. Bilemiyorum. Ben dükkânımın önünde, Yeni Postane Caddesi’nde Erol’la birlikte dikilip kalmıştım.

Gece yarısına doğru sokaklarda, caddelerde askerler görülmeye başladı. “Herkes evlerine girsin! Derhal sokakları boşaltın!” diye emir veriyorlardı.

•••

Tokatlı Vedat Arkun:
6 Eylül 1955 akşam matinesi için Melek Sineması’ndan iki kişilik bilet almıştım. Dayım, İstanbul’daki gelişmeleri yakından izlediği için tehlikeyi sezmiş, yengeme “Bu akşam sinemaya falan gitmeyin, evden çıkmayın, Vedat biletleri geri versin!” demiş. Bunun üzerine biletleri geri vermek için, saat tam 19.30’da Park Otel’den ayrıldım. Taksim’e geldim. Sular İdaresi’nin önünde, Taksim Atatürk Anıtı’nın ardında, askerler dizi dizi bekliyordu. Galatasaray Lisesi tarafından büyük bir inilti, gürültü duydum. Müthiş korktum! Bileti falan unuttum. Canımı kurtarmak için Melek Sineması yanında yeni yapılan dükkanların bulunduğu sokağa, pasaja girdim. İnci Sineması mı ne vardı orada. İnanılır gibi değil! Köylü tipli, başı kasketli, eli baltalı, gözü dönmüş insanlar, vahşi bir canavar gibi o güzelim dükkanların vitrinlerini parçalıyor, içindekileri talan ediyor, yağmaladıkları malları sokaklara atıyor, sürüyor, kimisi de çaldığı malı sırtlamış, götürüyordu.

Yağmacılar, soyguncular, hırsızlar İstanbul insanına pek benzemiyordu. Çoğu İstanbul dışından, köylerden getirilmiş gibiydi. Askerler, yağma ve talan bitinceye kadar, sıra sıra, Taksim’de, Tünel’de bekletildi. Asker ve polis, gözünün önünde dükkânları talan edenlere hiçbir müdahalede bulunmuyordu! Ben gözlerimle gördüm Taksim’de bekleyen askerleri. Neyi bekliyorlardı? Anlayamadım!

Ben o gün, 6 Eylül 1955 akşamı, barbarlığı, yağmayı, talanı, vahşeti, polis ve askerin tutumunu gördükten sonra memleketi terk ettim.

•••

Şınorik Çetinel:
6-7 Eylül hadiselerini bizzat yaşadım. Biz o tarihte 17-15-13 ve 2 yaşlarında dört kız kardeş, Kumkapı’daki evimizde yaşıyorduk. Ben evin ikinci büyük kızıydım. Hiç unutmam, babam o gece iş icabı geç gelecekti. Akşamın yedisine doğru evimizin balkonundan sokağı seyrediyorduk. Yolun sonunda sel gibi gelen insan kalabalığını gördük. Ellerinde sopalar, taşlar vardı. “Kıbrıs Türk’tür, Türk kalacak!” diye bağırarak, marşlar söyleyerek geliyorlardı. Annemin yüzünde o an gördüğüm korkuyu hayatım boyunca hiç unutamadım.

“Kızlarıma bir şey yapacaklar!” diye dövünmeye başladı. “Bağırsaklarıma indi!” diyerek iki üç dakikada bir lavaboya koşuyordu. Babam da aksi gibi evde değildi. Bütün sorumluluk annemin üzerindeydi. Sokaktaki uğultu giderek artıyordu. Gözleri dönmüş, canileşmiş güruhlar camları kırılıp döküyor, daha önceden işaretlenmiş, belirlenmiş evlere saldırıyor, zorla içeri girip, ta en üst katlardan eşyaları sokağa atıyorlardı.

Evlerin önü kırılmış dökülmüş eşyalarla dolmuştu. Ben dosya kâğıtlarına, büyük harflerle “Kıbrıs Türk’tür!” diye yazarak evlerinin kapılarına yapıştırmaları için komşulara veriyordum.

Babam, akşam saat dokuza doğru, ta Taksim’den yürüyerek kan ter içinde evimize gelebildi. Hemen bütün evlerin ışıklarını yaktırdı. Sokak kapısına bir sandalye atarak oturdu. Bir ara baktık birkaç kişiyle münakaşa ediyor!

“Bak oğlum, burası Rum evi değil! Ben Ermeni’yim. Bugün sana Rumlar için emir verilmiş, sen bugün git onlarla hesaplaş! Yarın Ermeniler için de bir emir gelirse, bak benim evim burası, gel o zaman ne yapacaksan yap! Ama şimdi dokunma, yoluna devam et!” dedi.

Allahtan kuzu kuzu çekip gittiler. Biz yukarıda heyecandan, korkudan donup kalmıştık. Babama sonradan sormuştum.
“Baba, o adamların yakasına yapışmaktan hiç korkmadın mı?”

“Ne korkacağım, ben öyle korkular yaşadım ki, onların yanında bu korku hiç kalır!” demişti.

Annem 45 yaşında öldü! Yani bu hadiseden yaklaşık 2 sene sonra. Bağırsak kanseri teşhisiyle. Hastalık anneme 6-7 Eylül armağanıydı.

•••

İstanbullu Seta Ağacan:
6 Eylül 1955 akşamı kocamın kardeşi bize telefon etti. Varujan’a olanları bildirdi. “Yarın sabah erkenden dükkâna git!” dedi. Ben derhal dükkâna telefon açtım. Meşgul çalıyordu. Annem, ağabeyim, karısı, ben ve kocam hepimiz camın arkasından karşı arsaya bakıyorduk. İleride inşaat vardı. İşçiler ellerinde kazma ve küreklerle toplanmış kendi aralarında konuşuyorlardı. Eve girerler diye çok korkuyorduk. O gece nasıl sabah ettik, hatırlamıyorum!

Sabah çok erken kocam arkadaşı Orhan’la birlikte Sirkeci’ye indiler. Köprüyü geçip dükkâna varıyorlar. Demir kepenk yarı açık, camlar kırık... Zavallı Türk bekçi ağlıyor.

“Yapmayın, etmeyin! Ben bu dükkândan ekmek yiyorum!” demiş, fakat “Git şuradan! Şimdi kafanı kırarız!” demişler. Dükkânımıza girmişler. Elektrikler kesik olduğundan lambaları yakamamışlar. Karanlıkta kendilerine yarayacak bir şey bulamamışlar. Rafları kırıp yığmışlar. Masanın çekmecesini açamadıklarından ayaklarından tutup ters çevirmişler, kırmışlar. Bozuk paralar yerlere saçılmış. Karanlıkta bulamamışlar. Sonra üst kata çıkmışlar. Hırslarından sekreterlerin giydikleri elbiseleri yırtmışlar. Para kasasının şifre yerine vurup durmuşlar. Kilidi kıracaklarına vurdukça daha da açılmaz hale getirmişler. Kasayı açamayınca bırakıp gitmişler.


Kocam derdi ki; bir kasanın zayıf yeri arkasıdır. Şayet açabilselerdi piyasadaki öbür tüccarların paraları da gidecekti. Kocam işçilerinden birine evvela bir kahve getirtiyor. “Hafif atlattık!” diyerek sabah kahvesini içiyor. Sonra işçilerden birini camcıya, diğerini demirciye yolluyor. Sabah erkenden kırılmış kepengi yaptırıyor, camları taktırıyor. Öğlene doğru dükkânlarına gelen komşu esnaflar; “Ağacan sana bir şey olmamış!” diyor.
Bizim dükkân, hırdavatçı dükkânı idi. Her gün kocam saat 6.00’da dükkânı kapatır ve trenle Yeşilköy’e gelirdi. Yaşlı Türk bekçimiz geceleri dükkânımızı beklerdi. 6-7 Eylül hadiseleri, bizim için bardağı taşıran son damla oldu. Her şeyi bırakıp Türkiye’den, doğduğumuz, büyüdüğümüz vatanımızdan gitmeye karar verdik.

Hazırlayan: Kemal Yalçın


Haberin Diğer Resimleri 6-7 Eylül’ün tanıkları anlatıyor: Sadece yağma değil canımıza kasıt vardı

1 2 3 4 5 6 7





Bu haber Birgun kaynağından gelmektedir.

Haber metninde yer alan görüşler haber kaynağı (Birgun) ve yazarına ait olup,
bolsohays.com sitesi haber hakkında herhangi bir görüş üstlenmemektedir.

Opinions expressed are those of the author(s)-(Birgun). They do not purport to reflect the opinions or views of bolsohays.com
+