İbo`da Ermeni Meselesi -
İbo`da Ermeni Meselesi
Altmışlı yıllarda Ermeni sorunu tartışılan bir sorun değildi. Tartışılan tek sorun bizdik. 1966-67'de, Ermeni sorununa ilişkin, aklımızın samanlığında sessizce uyuyan görüşlerimiz, TKP'nin ve TİP' in görüşlerini aşmıyordu. Bunlara göre, Birinci Dünya Savaşı döneminde savaşan taraflar çıkarları gereği İttihatçılar ile Taşnakçıları kullanmış, barış içinde yaşayan iki halkı birbirine kırdırmışlardı. 1918'den sonra ise Ermeniler İtilaf Emperyalistleri ile birlikte hareket ederek, Kurtuluş Savaşını arkadan hançerlemişlerdi. Sorun, tarihe mal olmuş bir sorundu ve kurcalamanın da bir gereği yoktu.TİP başkanı Aybar, Vietnam'da işlenen savaş suçlarının dünya vicdanında yargılanması amacıyla 1966'da kurulan Russel Mahkemesi'ne üye oldu. Bu, TİP'in prestijini Türkiye aydınları nezdinde biraz yükseltti. Çünkü bu mahkemede, Russell, Sartre, Simone de Beauvoir, James Baldwin, Isaac Deutscher, Peter weiss gibi isimler vardı. 1967'de Aybar, mahkeme çalışmalarını TİP toplantılarında bizlere anlattı ve bir bölümünü de Ant dergisinde yayınladı. Bu yazıları ilgiyle okuduk. Gelgelelim ki biz, Aybar'ın 1967'de, Sartre'nin mahkeme için hazırladığı 1967 tarihli raporuna itiraz ettiğini bilmiyorduk. Sartre, raporunda Ermeni Jenositinden de söz etmiş, bunun üzerine Aybar, böyle bir jenositin olmadığını beyan ederek, ibarenin çıkarılmaması durumunda imzalamayacağı ültimatonunda bulunmuş, sonuçta ibare rapordan çıkarılmıştı.
1967'de siyasal faaliyetlerimizden dolayı okuldan atılınca, ben amcam oğlu Kemal'in Kumkapıda kaldığı tahta eve sığındım ve eski bir Ermeni ve Rum kasabası olan Kumkapı'yı kısa zamanda sevdim. Akşam güneşi sefasında yürümeyi daha çok sevdim. Bir yanımda, denizden yayılan ses zenginliğinin mayaladığı sahil curcunası; tekneler içinde ağları tamir eden merametçi dudular, balıkçılar, balıkçı reisleri, goygoycular ve branda bezinin üzerinde yığılı balıkları bağırarak satan satıcılar. Diğer yanda, meyhaneler, sabahçı kahvehaneleri, taş plak şarkıları, rebetikalar, aşk, hüzün, hasret...
Kemal abi beni Kör Agop'un meyhanesine götürdü. Eskiden Sait Faik'in, gittiğimizde ise Salah Birsel, Melih Cevdet Anday, Nuri İyem gibi aydınların zaman zaman uğradığı bir meyhane olduğunu öğrendim. Torik balığından yapılmış, zeytin yağlı lakerdayı, Ermeni pilakisini ve çirozu ilk kez burada tatmış oldum. Kemal abi on yıldır hukukta okuyan ve bir türlü bitiremeyen, bitirmek de istemeyen, bektaşi ruhlu birisiydi; rakısını yudumlarken, "Orta Asya'dan gelip adamların ülkesini işgal ettik," diye mırıldandı. "Bin yıl yamak olarak kullandıktan sonra kırdık, süpürdük, sınırların ötesine attık, ellerinde kala kala körün topalın işlettiği bir iki meyhane kaldı."
Bu söz, derinlerimde yankılandı. Kızıl Ordu Kafkasyaya girmek üzereyken, Soğukbulak köyünü (Ermenistan) terkedip Kars'a sığınan babamın anlattıkları çınladı kulaklarımda. Sorular sordum, "Bu konuda basılmış bir kitap var mı?" dedim. Güldü. Sohbet eden, demlenen insanları işaret etti bakışlarıyla. "İki ayaklı, yaşlı Ermeni kitaplarının dışında kitap arama, bulamazsın," dedi.
İbo'nun 1969'da kafayı taktığı sorunlardan bir tanesi de Türk burjuvazisinin geçmişiydi. Solun bazı teorisyenleri, Osmanlıda Türk burjuvazisinin olmadığını, liman burjuvazisi, (kompradorlar, levantenler) arasında Türk burjuvazisinin varlığından söz edilemeyeceğini, bunların tümünün Ermeni, Rum, Yahudi ve batılı olduklarını ileri sürüyorlardı. Bu teori, Kurtuluş Savaşına Türk burjuvazisinin önderlik ettiği görüşünü boşa çıkarmada da işe yarıyordu. İbo'nun tarih kitaplarını karıştırmasının bir nedeni de buydu. Kırk haramiyi kökleriyle birlikte açığa çıkarmak. Ben, "Kökünü sikeyim, değmez," diyordum. Gülüyor, "Onu kökleriyle birlikte açığa çıkarıp tanımadan, atar-ı atika müzesine kaldıramayız," diyordu.
Sohbetlerde arada bir İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osman Turan, Mustafa Akdağ gibi tarihçilerin adları yokluyordu kulaklarımı. Aklı, Galataya, İzmir Limanı ile hinterlantı arasındaki ticarete, Berlinden Bağdat'a ve Mançester'den Trabzon'a uzayan ticaret yolları üzerindeki haramilere takılıp kalmıştı. Türk'e Limanlarda rastlayamamış gibi bir hali vardı. Sıkıntılıydı. İzmir limanında değil ama hinterlantında, kuru yemiş ticaretinin büyük toprak sahibi Türk ticaret burjuvazisinin elinde olduğunu söylüyordu. Kuru yemişi çok sevdiğim için ilgiyle dinliyordum.
Tüm bu kitap karıştırma, okuma işlerinde İbo, bir noktayı dikkat merkezine almış bulunuyordu. Osmanlı -Rus, Osmanlı-İngiliz ilişkilerinde Ermeni sorunu. Gelişen ticari kapitalizmin, milli boyunduruk altında köleleştirilmiş Ermeni ulusunun uyanışına yol açtığını, bu ezilen ulusun, Ermeni Ticaret burjuvazisi önderliğinde, titrek ve zımni bir şekilde bağımsızlık talep ettiğini... Notlarını kaydettiği bir defteri vardı. Defterde neler vardı bilmiyorum.
Ermeni sorunu İbo ile tartıştığım bir sorun değildi. Çünkü o zamanki yakıcı sorunumuz bu değildi. Malatya, Antep, Siverek ve Dersim gibi çalışma alanlarında, bu alanlar arasındaki yollarda sohbet ederken bu sorun zaman zaman sohbetimize takılıyordu. En ciddi takılma noktası, İbo'nun, Türk burjuvazisini araştırırken, Şnurov'un Türkiye Proletaryası adlı kitabının da etkisiyle, Türk burjuvazisinin Ermeni, Rum ve diğer azınlıkların müsadere edilen, yağmalanan mallarıyla palazlandıkları noktaydı. İbo bu noktada dikkatini Ermeni ve Rum kırımı üzerinde yoğunlaştırmıştı. Bir milyon Ermeni'nin kendilerine ait kadim topraklardan zorla sürüldüğünü, kırıma uğradığını ileri sürüyor, Ermeni ve Rum mallarıyla semiren, pay talep eden ve paylarının işgalciler tarafından geri alınacağından korkan ticaret burjuvazisi ile büyük Toprak sahiplerinin azgın bir iştahla, diğer mülk sahipleriyle birlikte, Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri'nin kuruluşuna önderlik ettiklerini savunuyordu.
1971'de, kaçak aşıkların seviştikleri, tavuk kümeslerini andıran Siverek Bağ evlerinde, Doğu Anadolu Bölge Komitesi olarak (İbo, Bora Gözen ve ben) program taslağını tartışıyorduk. Tartışma arasında yemek yerken, Siverek'i çepeçevre kuşatan bağların hangi sınıflara ait olduğu sorusu atıldı ortaya. Ben, bağların asıl sahiplerinin Ermeniler olduğunu söyleyerek, halktan dinlediğim hazin hikayeleri aktardım. Sohbet Ermeni sorununa kaydı. Ben, Kürtlerin kırıma alet olduklarını söyleyince İbo karşı çıktı. Kürt toprak ağaları ile ticaret burjuvazisinin, İttihatçı Türk burjuvazisiyle suç ortaklığı yaptığını ve kırıma Kürt halkının bir bölümünü alet ettiklerini söyledi. Bora, Ermenilerin de kısmen kırım yaptıklarını, Kurtuluş Savaşında emperyalistlerle işbirliği içinde olduklarını söyleyince İbo sertleşti, komünistlerin Türk burjuvazisinin ağzını kullanmaktan itina ile uzak durmalarını, hunharca katledilip sürülmüş ezilen bir ulusun kendi kadim topraklarına dönme ve orada kendi kaderini tayin etme hakkına sahip olduğunu ve bu hakkın hiçbir gerekçeyle gölgelenemeyeceğini söyleyince tartışma kızıştı. Aklımın huzur içinde olan arka odaları karışır gibi oldu. "Tarihi şartların bir hatası, o kanlı şartların özeleştiri yapması lazım," dedim. İbo bu sefer Bora'yı bırakıp bana yöneldi. "Hata denilen şey özeleştiriyi, kendisini doğuran şartlara değil, hatayı işleyene yaptırır," dedi ve ses etmeyince yeniden Bora'ya yöneldi.Taraflardan hiçbirinin bir diğerini ikna edeceğine inanmadığım için, "mesele umduğumuzdan da derin," diye mırıldanarak, bağ evinden dışarı çıktım, az ötede dallanan üzüm kütüğünün köküne işedim rehavetle.
Temmuz-2017. / Halkın Günlüğü
Bu haber https://www.facebook.com/Muzaffer-Orucoglu-117426051676896/ kaynağından gelmektedir.
Haber metninde yer alan görüşler haber kaynağı (https://www.facebook.com/Muzaffer-Orucoglu-117426051676896/) ve yazarına ait olup,
bolsohays.com sitesi haber hakkında herhangi bir görüş üstlenmemektedir.
Opinions expressed are those of the author(s)-(https://www.facebook.com/Muzaffer-Orucoglu-117426051676896/). They do not purport to reflect the opinions or views of bolsohays.com