03 Şubat 2017
Yeni ABD Başkanı Donald Trump, resmen göreve başladığı 20 Ocak’tan bu yana geçen iki haftada söyledikleri ve yaptıklarıyla dünya ve ABD kamuoyunda pek çok tartışmayı başlatmış oldu.
ABD’ye karşı yapılan 11 Eylül saldırılarını (2001) hatırlayan veya bilgi sahibi olan okuyucular kaçırılan dördüncü uçak olan, United Havayolları’nın 93 sefer sayılı uçağının akıbetini unutmamışlardır. Bazı yorumcular, Donald Trump’ın başkan seçilmesini ‘United 93’e benzetiyorlar. Kısaca hatırlayalım: Hava korsanlarının amacını kavrayan uçak yolcuları, Washington DC’ye doğru yönlenen uçağı, pilot kabinine saldırarak Pensilvanya’da yere indirdiler; 19 korsanla birlikte hepsi hayatını kaybetti fakat çok daha büyük bir facia önlenmiş oldu. Elbette ABD’de herkes bu görüşte değil. Trump’a “O son çaremiz, ülke ölümcül bir kriz yaşıyor” deyip oy veren seçmenler büyük bir risk aldıklarını muhtemelen biliyorlardı. Bazı Trump yandaşı yorumcular seçimi ‘Rus ruleti’ne benzeterek, “Hillary Clinton tercihi bu oyunu makineli tüfekle oynamak demek; Trump ile en azından silindiri çevirme olasılığımız var” diyorlardı. Fakat yine de Trump’ın ilk 10 günlük icraatı onları bile şaşırtmış olabilir.
Trump, 20 Ocak’ta yemin töreninde yapmış olduğu sert konuşmayla işe başlayarak, “Ben ne vaat ettiysem onları yapmaya geldim. Kibarlık, nezaket vesaire ile geçirecek vaktim yok. Bundan sonra ABD 1 numara olacak. Biz bu ülkeyi kozmopolit elitlerin elinden almaya geldik” söylemini ısrarla vurguluyor.
Hedef: Almanya
ABD’nin ve dünyanın 1945’ten beri kurulu olan düzenini sarsmaya kararlı görünen Trump’a göre, günümüzdeki uluslararası ekonomik koşullar ve yeni dengeler bunu gerektiriyor. Almanya ile Japonya’nın artık yavaş yavaş savunma için daha büyük yatırımlar yapmaları ve ABD’nin üzerindeki askeri harcama yükünü almaları Trump’ın en sık vurguladığı taleplerinden biri. Bunu NATO’un tüm üyeleri için söylese de tabii ki Trump’ın asıl hedefi ekonomik olarak çok güçlü olan Almanya.
Trump’ın siyasi ve bürokratik atamaları da asıl niyetini ortaya koyuyor. ABD dış politikasında Dışişleri Bakanlığı ile ABD Ordusu, yani ‘Pentagon’, tarihsel olarak birbirleriyle rekabet halinde olan iki kurumdur. Trump, kendinden önceki birçok başkanın aksine tümüyle ‘Pentagon yanlısı’ bir tutum izliyor. ABD’de pek çok yüksek bürokrat jet hızıyla görevden alındı. Bunun etkilerini önümüzdeki dönemde göreceğiz.
Rusya tercihinin nedeni
Bir başka tartışmalı konu ise Trump’ın Rusya ile yakınlaşması. Komplo teorilerini bir yana bırakıp, Trump’ın danışmanlarının ciddi bir stratejik planı olduğunu varsayarsak durumu şöyle özetleyebiliriz. 1970’lerde Başkan Nixon, dünyadaki diğer iki büyük güç olan Çin ve Sovyetler Birliği arasında, daha zayıf gördüğü Çin’i bir şekilde yanına almayı başarmış ve Sovyetler Birliği’ni çökertme kampanyasını başlatmıştı. 2017’de ise Trump ve danışmanları iki güç arasında Çin’i daha kuvvetli ve tehlikeli buldukları için Rusya ile yakınlaşmayı tercih ediyorlar. Rusya ile yakınlaşma siyasetinin bir başka motivasyonunu da şöyle özetleyebiliriz: “Arap yanlısı Dışişleri Bakanlığı bürokrasisini devre dışı bırakıp, sadece Rusya ile beraber hareket ederek Cihadçılık tehlikesini bertaraf edebiliriz.” Bu düşünce, Trump ve danışmanlarında oldukça baskın bir eğilim olarak öne çıkıyor.
Mülteci hamlesinin arka planı
Yukarıda özetlemeye çalıştığımız tabloyla birlikte dünyada büyük yankı uyandıran mültecilerle ilgili kararname çok ilginç ipuçları taşıyor. Bu kararnameyle vatandaşlarının ABD’ye girişleri neredeyse tamamen yasaklanan yedi ülkenin kimlerden oluştuğu oldukça ilginç. ‘Cihadçılık’ ile mücadele ediyoruz iddiasına rağmen Suudi Arabistan, Mısır veya Pakistan’ın bu yedi ülke arasında olmaması oldukça dikkat çekici. Üstelik nüfusunun çoğunluğu Şii olan İran ve Irak’ın bu listede yer alıyor olması daha da manidar. Cihadçıların hedeflerinden biri olan Şiilerin ABD’ye girmesinin istenmemesinin tek açıklaması şu olabilir: “Ben hassas dengelerden hiç anlamam. Suudi Arabistan’ı gücendirmek hiç istemem.” Trump, Rusya ile iyi geçinmenin en önemli yollarından birinin petrol fiyatlarının artması olduğunu çok iyi biliyor. Suudilerin desteğine bu açıdan çok ihtiyacı var. Suudi Arabistan’ın en önemli talebi ise ezeli rakibi İran’ın güçlenmemesi. ABD’nin İran’a karşı ekonomik yaptırımlarının devam etmesi, dolayısıyla İran’ın petrol üretiminin ve satışının düşük kalması, petrol fiyatlarını yüksek tutacaktır.
Mısır için de durum Suudi Arabistan’dan farklı değil. Trump geçenlerde Mısır Devlet Başkanı Sisi ile yaptığı telefon görüşmesinden çok memnun kaldığını, onu bu savaşta güvenilir bir ortak olarak gördüğünü söyledi. Unutmayalım ki hafızaların çok derin olduğu Ortadoğu’da Mısır-İran ilişkileri Mısır Devlet Başkanı Enver Sedat’ın suikastla öldürüldüğü 1981’den bu yana oldukça gergin. Tahran’da Enver Sedat’ı öldüren Halid El İslambuli’nin adı hâlâ bir caddede yaşıyor. Tabii Mısır-İran gerginliğinin tek nedeni de bu değil. Ortadoğu’daki karmaşık dengeler İran-Mısır gerginliğini sürekli besliyor. İran üzerindeki ABD baskısı, Rusya’yla yapılan pazarlıklar açısından da Trump’a avantaj sağlıyor. Bu çerçevede Türkiye ile ilişkiler de düzelecek gibi görünüyor. Dışişleri Bakanı Rex Tillerson, Senato Dışişleri Komitesi önünde Türkiye ile ilişkilerin düzeleceğini defalarca teyit etti.
Başkan dediysek…
Her şeye rağmen, ABD’de güçler dengesi var ve devlet idaresi sadece Başkan’ın iki dudağı arasında değil. Temsilciler Meclisi ve Senato her konuda aynı fikirde değil. Senato sadece 2 farkla Cumhuriyetçilerin elinde ve partinin önde gelen senatörlerinin çoğuyla Trump’ın arası şimdiden açılmaya başladı.
Bağımsız yargının da kâğıt üstünde kalmadığını geçen hafta sonu altı federal bölgedeki federal yargıçların geçici de olsa Trump’ın kararnamelerini acilen askıya almalarıyla bir kez daha gördük. Bu davalar, önce temyiz mahkemelerine ve sonunda da Yüksek Mahkeme’ye taşındığında, Cumhuriyetçi olarak bilinen hakimlerin bile Trump’ı dizginleyen kararlar alacağından şimdiden herkes emin. Bilhassa din konusuna girmesi, Müslümanları dışlayan ve ayrımcı nitelikteki kararları, ABD Anayasası’nın birinci maddesine aykırı olarak hükümsüz sayılabilir. Trump’in bu konudaki savunması, bir önceki ABD Başkanı Obama’nın Hıristiyanlara karşı ayrım yaptığı tezine dayanıyor. Trump’ın iddiasının dayandığı istatistikler şöyle: Suriye nüfusunun yüzde 10’u Hıristiyan olmasına rağmen, ABD’ye kabul edilen Suriyeli mültecilerin sadece yüzde 0.5’i Hıristiyan, yüzde 0.18 ise Ezidi. Obama’nin tersine bu konularda sessiz kalmayan Trump, “Hıristiyanlar en çok saldırıya uğrayan grup. Elbette önce onlara yardım edeceğim” dese de ve halkın çoğunluğu onunla hemfikir olsa da bu durum ABD yargısının geleneklerine oldukça aykırı.
Yeşil kart mı?
Geçen hafta sonu ABD sınırlarında yapılan asayiş uygulamaları ülke kamuoyunu derinden sarstı. Yeşil kart sahibi yani ABD’de daimi ikamet sahibi olanlar bile havaalanlarında nezarete alındılar ve neredeyse sınırdışı ediliyorlardı. Profesörler, bilim insanları, üst düzey yöneticiler, tatillerinden eve dönerken, yıllar önce terk ettikleri doğdukları ülkelere geri yollanma tehlikesini yaşadılar. Bu uygulama şimdilik hafifletilmiş olsa da sınırdışı edilme tehlikesi bu insanlar için tümüyle geçmiş değil. Genelde Türkiye’de ikamet eden, yeşil kartlarını bir tür sigorta olarak ellerinde tutanlar, bugüne kadar ABD’ye giriş yaparken büyük bir sorun yaşamıyorlardı.
‘Kalp krizi’
Trump, ABD Başkanı olduğu sürece varsayımlar, gelenekler ve kurulu düzen baskı altında kalacak. ABD’nin en zengin sağcılarından, seçimlerde Trump’ı desteklemeyen, fakat senato seçimlerinin kazanılması amacıyla Cumhuriyetçiler için toplam 250 milyon dolar harcayan Koch Biraderler, Hillary Clinton-Donald Trump mücadelesine, ‘kanser ile kalp krizi arasında tercih’ benzetmesi yapmışlardı. Trump’ın yemin edip resmen ABD Başkanı olduğu 20 Ocak’tan bu yana ABD ve dünya kamuoyu şimdiden birkaç kalp krizi yaşadı bile.
Agos