27 Aralık 2016
Türkiye’de Üç Nesilde Ermeni Olmak’ başlıklı doktora çalışmasının yazarı Nazlı Temir Beyleryan “Türkiye’deki Ermenilerin 1915 sonrasındaki demografik hareketleri incelendiğinde, yaşanmış olan kırımın başta ‘hafıza-kırım’(mémoricide) olduğu gerçekliğine varıyoruz.”
Son yıllarda sadece 1915 Ermeni Soykırımı değil, aynı zamanda 1915’teki büyük yıkımdan günümüze kadar hayatta kalmış bir avuç Ermeni cemaatinin soykırım-sonrası deneyimlerine de odaklanan çalışmalar artıyor. Bu çalışmalar sadece klasik tarihçilik yaklaşımı üzerinden değil aynı zamanda sözü hafızayı, gündelik yaşam deneyimlerini da esas alarak soykırım-sonrası süreci ele alan bir yaklaşımı benimsiyorlar. Lerna Ekmekçioğlu, Talin Suciyan ve Hakem Al-Rustom bu konuda Türkiye sahası için akla gelen ilk isimler. Bu sahaya güncel ve son derece yenilikçi bir katkıyı da Paris EHESS’de ‘Ermenilerin Toplumsal Hafizasının Unutturma Politikasıyla Olan İmtihanı: Türkiye’de Üç Nesilde Ermeni Olmak’ başlıklı doktora çalışmasıyla Nazlı Temir Beyleryan yaptı. Kendisi de aile kökleri Anadolu’ya ve soykırım sonrasında İstanbul’a uzanan bir Ermeni olan Nazlı, uzun soluklu bir saha araştırmasına dayanan bu çalışmada ‘kolektif hafıza’, ‘unutma’, hatırlama ve yas kavramları etrafında geliştiriyor anlama çerçevesini. Soykırım dediğimiz şeyin, iktidar nezdinde ve bunun bir uzantısı olarak gündelik yaşam pratiklerinde, 1915 ile başlayan ama bitmeyen, süregelen bir durum olduğunu ‘mémoricide’ yani hafıza-kırım olarak çerçeveliyor. Marc Nichanian’ın çalışmalarına referansla, 1915’deki felaketin sadece var olanı öldürmediğini, ‘ölmüş olanı, katledileni de yok saydığını’ ortaya koyuyor. Yine özellikle soykırım sonrası hayatta kalan Kürdistan ve Anadolu Ermenilerinin 1950’lerde ve 60’larda İstanbul`a zorunlu göç etme deneyimlerini, İstanbul Ermenilerinin geçmişi hatırlama ve unutma arasındaki salınımı ve bunun her iki açıdan da nasıl bir yas edimi olarak oldukça yakıcı bir şekilde deneyimlendiğini de anlatıyor Nazlı. Hrant Dink`in 2007’de katledilmesinden sonra Ermeni cemaatinde ciddi bir hafıza uyanışı olduğunu ve bunun özelikle genç kuşak Ermenilerde yeni bir politik öznellik yarattığını belirtiyor. En nihayetinde gerçek bir yüzleşmenin sadece devlet düzeyinde degil aynı zamanda toplum düzeyinde yaşanabileceğini ve soykırımın tanınmasının esas olarak toplumsal düzeyde anlam kazanabileceğini belirtiyor.
Öncelikle klasik bir soru ile başlayalım. Tez konusunu çalışmaya nasıl karar verdin?
Tez konusuna başlamam üniversite yıllarıma dayanıyor. Ama öncesinde şunu söylemem gerekir. Türkiye’de doğmuş büyümüş, Ermeni okullarında eğitim almış biri olarak, ‘bizler’ ‘kendi’ tarihimizin dışında tutulduk. Hem Türkiye’de olup biten aktüel hayatın, siyasi yaşamın uzağında bırakıldık hem de Ermeni tarihinden muaf edildik. Bunun nedenlerini Türkiye’deki siyasal ve toplumsal konjonktürde aramalı şüphesiz. Özellikle biz 1980 sonrası kuşaklar için, apolitik, toplumsal olaylara duyarsız, tarihin dışında bırakılan bir nesil yaratılmak istendi. Bundan biz de nasibimizi aldık bir parça. Aktarılmayan, anlatılmayan hikâyelerin, ‘bilmeyen’, ‘tanımayan’, ‘irdelemeyen’ özneleri olduk. Benim ise bu pek de ‘bilmediğim’ bana ‘aktarılmayan’, çoğu zaman ailemizde konuşulmayan, toplumsal bir tabu olan ‘Ermeni tarihi’ ile ilk yüzlesmem üniversite son senede bitirme tezim ile başladı.
Galatasaray Üniversitesi sosyoloji bölümünü bitirmek üzere hazırlamam gereken lisans bitirme tezi için konu arayışı içindeydim. Dedem Sivas Hafik’li Demirci Boğos Usta’nın hayat hikâyesinin izlerini sürerek bir bitirme tezi yazmayı planlamıştım. Bu konuyu seçmemde babam Simon’un beni cesaretlendirmiş olduğunu söylemem gerekir. Hatta bu fikri ilk kez o vermişti bana. Bunu şimdi düşündüğümde daha iyi görebiliyorum neden babamın benim önümde bu çalışma alanına giden yolu açmış olduğunu. Senelerce bana aktarılmayan tarih ile, yaşanmışlıklarla yüzleşmem için babam bana bir anahtar vermişti. Ben de o anahtarı tarihin karanlık ve unutulmuş kapılarını açmak icin kullanmıştım… Dedem ve Anadolulu bir Ermeni’nin yaşadıkları, onun Anadolu’dan İstanbul’a göç hikâyesi, ondan evvel kendi babalarının sürgün hikâyeleri, 1915’te kaybettikleri çocukları, kurtulanların hikâyeleri, yine 1915’te büyük nenemin bir Ermeni kadın olarak yaşadığı travmalar ve daha birçok anıyla, bu bitirme projesi sayesinde yüzleştim ve tarihin unutulmuş zamanlarında bilmediğim hikayelerle tanıştım.
2006’da başladığım bu çalışma o dönem içinde, hocalarım tarafından ‘cesurca’ bir adım olarak değerlendirilmişti. Oysa geriye dönüp baktığımda, o tez sadece Boğos dedem gibi pek çok Ermeni’nin hayat hikâyesine ışık tuttu ama bundan öteye de gitmedi. Yani bazıları için ‘cesurca’ bir adım olan bu çalışma bugün baktığımda benim gözümde, ‘etliye sütlüye değmemiş’ bir anı kitabından öteye geçmez. Oysa bir sosyoloji ögrencisinin gayelerinden biri var olan olguları tespit etmek ve nedenlerini irdelemek değil midir? Peki ya ben neden bir Ermeni’nin yaşam hikâyesini anlatırken ‘öteki’, ‘gâvur’ olarak yaşamış bir demirci ustasının, yaşamını belirleyen faktörlerin nedenlerini yeterince sorgulamamıştım… Sanırım cevabı açık, dediğim gibi sorgulamaktan uzak, ‘çekinen’ ya da ‘korkan’ irdelemeyi ‘sakıncalı’ bulan bir neslin öğrencileriydik. Zaten benim yaptığım da kendi neslim ve dönemim için ‘oldukça cesur’ du, gerisine de gerek yoktu… Ama öyle olmadı ben devamını sorgulamak için kendimi Paris’te yüksek lisans yaparken buldum.
Fransa’da ilk idrak ettiğim şey ise Türkiye’de ‘tabu’ olarak gördüklerimizin orada olmadığıydı. Ya da bize ‘cesur işler’ diye öğretilenlerin aslında bilimsel alanda gayet kolaylıkla araştırılabilen konular olduğuydu. Burada da yüksek lisans yaptıktan sonra, doktoraya başlayıp başlamama konusunda karar vermeliydim. Meşakkatli ve uzun bir yoldu, her öğrenci gibi kafam karışıktı, doktoraya başlamalı mı yoksa başka alanlarda mi faal olmalı? Fakat 19 Ocak 2007 günü birçoklarının olduğu gibi, benim de miladım oldu. O günün gerçekten karar almamda etkili olduğunu söylemem gerekir. Kendi kendime “Başka çıkış yolu yok bu yola devam etmeliyiz” dediğimi hatırlıyorum. Dolayısıyla doktora tezime devam etmemde dedem demirci Boğos Usta gibi Hrant Dink’in katledilmesi de çok büyük rol oynadı. Sanırım 1915’te katledilenler kadar, Hrant Dink’e de Ermeni toplumu olarak çok şey borçluyuz… İşte uzun ve meşakkatli sürecin ilk tohumları bu şekilde atıldı.
Yıllarca yazılmış koca bir tezi birkaç satırla anlatmak zor elbette ama okuyucular için kısaca özetleyebilir misin?
Bu tez, bugün Türkiye’deki Ermenilerin kendi hafızalarıyla nasıl yaşadıklarını ele alıyor. Ülkedeki unutturma politikaları ve toplumsal birtakım olgular çevresinde dışlanan ‘ötekileşen’ hafızaların toplumsal alandaki tahayyülünü sorguluyor. Hafızanın ne olduğu tartışması, nelerden etkilendiği, hangi etmenler etrafında şekillendiğini, Ermeniler nezdinde nasıl değişip dönüştüğünü, tarihsel aktarımın ne olduğu hangi zamanlarda ve ne şekilde kırıldığı, sansüre uğradığı başlıca irdelediğim konular arasında. Bunun içinse sosyolojik metodlara uygun olarak 45 adet derinlemesine görüşme dediğimiz uzun soylesiler bu tezin ana kaynağını oluşturdu. Yaptığım tarihsel ve sosyolojik okumalar ise bu sözlü tarih çalışmasını besleyip analiz etmemi sağladı. Yani aslında bu çalışma bir sözlü tarih çalısması diyebiliriz.
Her nesilden 15’er kişiyle görüşme yaptım. Sadece İstanbul’da değil Antakya-Vakıflıköy’de de görüşmelerim oldu. Onun dışında HAYCAR Derneği’nin düzenlemiş olduğu Anadolu gezilerine katılıp Sarkis Seropyan’ın tecrübelerinden faydalanarak, oradaki eski Ermeni yerleşimlerini görme fırsatım oldu. Orada harab edilmiş Ermeni medeniyetinin varlığına tanıklık ettim. Herşeye rağmen, bu yıkıntılar arasında beliren Ermeni kilise ve manastırlarının ya da evlerinin yani hafıza mekânlarının, toplumsal aktarım ve kamusal alandaki görünüm açısından önemli olduklarını saptadım. Oradaki hafıza ve İstanbul’daki hafıza arasında farklar var bu anlamda. Bu çalışma kapsamında, İstanbul ve Anadolu’dan sonra üçüncü bir ayak olarak da Ermenistan’da da pek çok şehir gezdim, fakat orada yaptığım gözlemler, tezin temel saha araştırmasını oluşturmuyor.
Tez savunmandaki kalabalık sanırım konunun güncelliğini ve aynı zamanda bu alandaki boşluğu da gösteriyor. Bu ilgiyi neye bağlıyorsun?
Sanırım öyle. Bir yandan akademik alanda Ermeni meselesi ile ilgili çalışmalar artsa da öte yandan görüyoruz ki inceleyecek araştıracak konular çok. Henüz derinlemesine araştırılmayı bekleyen bir sürü konu var. Dolayısıyla konu güncelliğini koruyor ve bence uzun zaman da koruyacak gibi çünkü Ermeni Soykırımı’nın tarihi ve toplumsal boyutlarıyla incelenmesi aslında epeyce yeni bir konu. Henuz 1960’lara kadar bu konuyla ilgili yapılmış araştırmalar yok denecek kadar az. Öte yandan Ermeni dilinde yazılmış tanıklıklar, anılar hatta edebiyat da az incelendi. Bunun nedeni de tabii ki doğrudan 1915’in kendisiyle ilgili. Bu noktada Marc Nichanian’a referans vermeden geçmek mümkün değil. Nichanian, 1915’in yani ‘Büyük Felaket’in, mağdurun yaşadığı felaketi söylenebilir kılma yetisini elinden aldığını söyler. Bir başka deyişle, Ermenilerin başlarına gelen felaketi ve sonrasında da bunun adını koyabilme yetileri ellerinden alınmıştır. Yani henüz meseleyi tartışmaya açma noktasına gelmeden, meselenin üstündeki perdeyi kaldırmak gerekir ama bu özellikle Türkiye’de çok zaman aldı. Dolayısıyla konu hem diaspora için hem de Türkiye için hâlâ çok yeni aslında.
Bir yandan işin bu boyutu var, öte yandan bir başka boyutu daha var; Avrupa’da yaşayan Ermenilerin Türkiye’deki Ermenileri tanımıyor olmaları ya da daha doğru ifade etmek gerekirse Türkiye’deki bugünün gerçekliğinden uzak yaşıyor olmaları, bu konuyu onların gözünde çok ilginç kılıyor. Bu tabii çok doğal, en azından 80 yıldır Fransa’da yaşayan biri artık Türkiye gerçeğinden uzaktır. Yani bağları uzun yıllardır kopmuş diasporalılar için İsanbul Ermenileri ya da Anadolu’daki bugünkü gerçeklik sadece bir mitten ibaret. Yine de genelleme yapmak mümkün değil ama birçoğu için zaman yuzyılbaşında orada durmuş gibi. Onlar için mitleşmiş birtakım olgular ne zamanki gerçeklikle buluşuyor, bu onlara merak ettikleri Türkiye’deki Ermeniler adına bazı ipuçları veriyor.
Örnegin, benim için, yani Türkiye’den gelmiş birisi için birtakım şeyler çok açıkken Fransa’da yaşayanlar için bunlar çok ilginç, bazen çok anlaşılmaz gibi durabiliyor. Dolayısıyla şunu demek istiyorum: Fransa Türkiye’yi bilmek istiyor, tanımak istiyor. O yüzden de sanırım Fransa Ermenileri tezimle ilgilenip sunumu can kulağıyla dinlemeye geldiler diyebiliriz. Sonrasında da birçok yeni şey öğrendiklerini söylediler. Şunu burada belirtmemde fayda var; Türkiye Ermenileri, Fransa Ermenileri ve hatta Ermenistan Ermenileri üç aynı ama farklı halklar. Üç ülkede de ‘Ermenilik’ ile ilgili birçok süreklilikler gözlemek mümkünken, bir yandan da birtakım kırılmalar, farklılaşmalar saptamak mümkün. Sanırım üç ayrı coğrafya ve üç ayrı gerçeklikten bahsedebiliriz bugün. Bunu göz önünde bulundurduğumuzda bugün Fransa’daki Ermenilerin büyük bir kısmı, özellikle halihazırda Türkiye ile ilişkisi olmayanlar, oraya dair muazzam bir merak içindeler. Şunu da unutmamalı Fransa’da yaşayan diasporadaki Ermenilerin çoğunun kökeni Anadolu ve İstanbul’dur. Fakat onların hatırında kalan Anadolu ya da İstanbul 1915’te durmuş. Kendi ailelerinden dinlemiş oldukları hikâyeler, hafızalarında çok canlıyken, zaman orada asılı kalmış gibi. Bu yüzden de bugünün Türkiye’sini ve Ermenilerini merak ediyorlar. Yani aslında, benim tezimde anlattıklarımın birçoğunda kendilerina ait birşeyler var. Kendi geçmişlerinin bir kısmını yansıttığı doğru. Hatta şunu söylemeliyim, bu tezi yazarken ben aslında Türkiye’deki topluma hitap edeceğini düşünüyordum, eminim orada da bir yeri vardır ama bugün baktığımda, aslında Türkiye’de olup bitenle buradakiler daha çok ilgileniyor çünkü kendilerine ait bir hikâye var ve aslında onun bir parçasılar ama uzağındalar. Sanırım bu anlamda bu tezi okuyanlar kendi hikâyelerine bir parça yakınlaştılar.
Tez, kolektif hafıza, unutma, hatırlama ve yas kavramları etrafında dönüyor. Kısaca açar mısın?
Koletif bellek ya da toplumsal hafıza denilen kavram başlı başına kendi içinde zaten bu saydığın pratikleri barındırır. Yani hafıza dediğimizde mutlaka ‘unutma’ ya da ‘unutturma’, ‘hatırlama’ kavramlarını düşünmek gerekir. Fakat kolektif dediğimiz hafıza kesinlikle kolekif ya da ortak bir hafıza ya da bilinç tezahürü yaratmamalı kafalarda. Yani ortak bir hafıza var o da budur demek mümkün değil. Hafıza kendi içinde kırılmaları olan, unutmayı, reddetmeyi, susma pratiklerini barındıran ve siyasal konjonktür bağlamında döüşsebilen bir gerçeklik. Buradan yola çıkarak ben hafızanın önce kişisel ya da toplumsal olup olmadığına baktım. Çok temelde şunu söylemek gerekir, hafıza sosyaldir çünkü kişi sosyaldir. Kişi doğduğu andan itibaren ailesinden ‘ulusal cemaate’ kadar belli gupların içinde yer alır ve belli iletişim ağları içerisindedir. Dolayısıyla birçok hafıza ile temas halindedir. Bu oluşum içinde ise hafızayı şekillendirecek pek çok etmen vardır; başta aile, okul, sonra kitle iletişim araçları, devlet söylemi, medya, gazeteler vs… Tüm bunlar hafızayı oluşturan temel araçlardır.
Türkiye’de bunları incelediğimizde ise aslında herşeyden önce hafızanın ‘ulusallaşmış’ olduğunu görürüz. Temel tezlerimden biri buydu: Ulusallaşmış hafıza. Türkiye’de hafızayı oluşturan bu araçlar incelendiğinde aslında gündelik hayatımızda bile ne kadar milliyetçiliğin ve ulusal söylemin nüfuz ettiğini görüyoruz. Bu noktada ben gündelik hayattaki araçların insanların ‘habitus’lerini ne kadar etkilediğini ve farkında olunmadan nasıl bir ulusal hafıza yaratıldığından bahsediyorum. Bu aslında işin ‘unutturma politikası’. Yani bu hafıza politiği aslında ulusal olmayan ‘öteki’ hafızaları unutturmaya çalışır. Peki, Türkiye’deki Ermeniler bu sistem içinde kendi hafızalarına nasıl sahip çıkarlar? Unutarak mı? Hatırlamak isteyerek, anarak, mücadeele ederek mi? Aslında hepsi. Türkiye’deki cumhuriyet yılları politikalarını incelediğimizde bu unutturma politikasının çok açık bir şekilde gayrimüslimlerin hafızalarını silmeye çalıştığını görürüz. Buna karşılık ise gayrimüslimlerin ya göç edip gittiklerine şahit oluruz ya da susmaya, içine kapanarak yaşamaya çalıştıklarına… Bu susma pratiği zorunlu bir unutma pratiğidir aslında. Fakat bir de isteyerek unutma pratiği var. Geçmişi unutmak isteme çünkü onun ağır yüküyle yaşayamama refleksi. Yapmış olduğum derinlemesine görüşmeleri incelediğimde aslında bu unutma isteme pratiğinin üç nesilde de hâlâ baskın olduğunu görüyoruz. Bir örnek vererek açıklamak isterim. Ankaralı genç kuşaktan bir görüşmeci şunu demişti. “Bana kendi tarihim aktarılmadı, ben de sorgulamadım çünkü bilmek istemem, geçmişimi çok fazla bilirsem, bu karşımdakine nefret beslememe neden olabilir. O şekilde de yaşayamam çünkü anı yaşayabilmem için geçmişi unutmam gerekir.’ Bunun gibi birkaç söylem bugünü yaşayabilmek için geçmişi unutmak isteme ya da bilmek istememe pratiğinin altını çiziyor. Oysa unutmak o kadar da kolay değil… Bir yandan unutmak istemek her zaman arzu edilen şey ama öte yandan biz biliyoruz ki iz bırakan, travma yaşatan anılar her zaman hafızada canlı kalır. O halde bazı anılar Türkiye’deki Ermeniler icin ‘unutul-a-ma-y-an anılar’. Yani hem unutmak istemek hem de bunu başaramamak, bu iki pratiğin yan yana oluşunu tanımlar. Buradan yola çıkarak Türkiye’deki Ermenilerin toplumsal hafızası adına unutmak istedikleri birtakım siyasi ve toplumsal olaylar olduğunu söylemek mümkün.
Tezinin en yenilikçi katkısı aslında soykırım dediğimiz şeyin 1915 ile başlayan ama bitmeyen, süregelen bir durum olduğu. Sen buna ‘mémoricide’ yani ‘hafıza-kırım’ diyorsun. Biraz açar mısın bu kavramı?
Ermenilerin hafızası dediğimizde ise 1915’ten bahsetmeden edemeyiz. Bu Ermenilerin kaderini belirleyen bir tarih. Bugünün Ermenilerini anlamak için önce o tarihe yolculuk etmek ve sonra oradan buraya gelmek gerekecek. Tabii aradaki 100 yılı tane tane inceleyerek. 1915 Ermenilerin imhası elbette planlanmıştı, bu artık bilimsel alanlarda tartışılmıyor, tartışmalar artık bunu ‘de facto’ kabul ederek bunun ötesine gidiyor. Bense şunu söylüyorum tezde; bir halkı katletmek için onları yok etmek gerekliydi ve bunu iyice planlamak ama bu yeterli değildi. Bir halkın yok olabilmesi için, onun kültürünü, dilini, hafızasını yok etmek gerekir, fiziki imha yeterli olmaz. Dolayısıyla 1915 sadece bunun ilk adımıydı. Sonrasında binlerce yıllık tarihe sahip olan bir medeniyeti, hafıza mekanlarıyla, kültürüyle silmek gerekecekti. Bunun içinse tekrar düşünmek, planlamak gerekliydi. Buradan hareketle, Türkiye’deki Ermenilerin 1915 sonrasındaki demografik hareketleri incelendiğinde ve beraberinde toplumsal görünürlükleri ve gündelik yaşantıları göz önünde bulundurulduğunda, yaşanmış olan kırımın başta ‘hafıza-kırım’(mémoricide)’ olduğu gerçekliğine varıyoruz. Yani tüm cumhuriyet politikaları, Türk tarih yazımı, burjuva sınıfının el değiştirmesi ve İslamlaştırılması gibi pratikler gayrimüslimleri bir yandan ötekileştirirken öte yandan onları Türk tarih yazımından ve toplumsal arenadan sildi. Özellikle Anadolu’da ve büyük şehirlerdeki yer isimlerinin değiştirilmesi, yalnızca Ermenilere ait olan hafızanın bir kısmını silmekle kalmadı aslında Ermenileri bu topraklarda hiç yaşamamış saydı. Hrant Dink’in de dediği gibi ‘Ermeniler bu topraklarda hep yok olduklarını ispat etmeye çalıştılar.’ Ya da yine Marc Nichanian’a referans verecek olursak, felaket sadece var olanı öldürmedi, olmuş olanı, katledileni de yok saydı. Buradan yola çıkarak bu aslında hafızanın katlidir, kırımıdır. Türkiye’deki Ermeniler ise bu gerçeklikle yaşamak zorunda kaldılar ve kendi yaslarını hiç tutamadılar. Özetle bütün bu olup bitene ‘hafıza-kırım’ yani Türkçe okunuşuyla ‘memorisid’ demek yanlış olmaz.
Yine özellikle soykırım sonrası hayatta kalan Kürdistan ve Anadolu Ermenilerinin 1950’lerde ve 60’larda İstanbul`a zorunlu göç etme deneyimleri üzerinde duruyorsun. Bu süreci biraz anlatabilir misin?
Tezin ilk bölümünde Türkiye’de, daha doğrusu İstanbul’da yaşayan bir ‘Anadolu diasporası’ gerçekliğinden bahsediyorum. Bu tespitim bence önemli bir gerçekliğe tekâbül ediyor. Bildiğimiz gibi Türkiye’deki Ermeniler 1915’ten bu yana devamlı göç etmek zorunda kaldılar. En başta 1915’ten geriye dönenleri de incelediğimizde birçok nedenden ötürü bir kere, eski yerleşim yerlerine tekrar gelmediklerini görüyoruz. Yani geri dönebilenler kendi şehirlerine değil de Ermenilerin çoğunlukta yaşadığı bölgelere tekrar yerleştiler. Örneğin Muş’tan göç ettirilen bir aile 1920’lerde geri dönebildiğinde Muş’a değil de Sivas’a gider çünkü kendi bölgesine gidemez. Bunun nedenlerini pek çok nedenle açıklamak mümkün. Öncelikle, yaşadıkları travma, daha önce yaşadıklarını tekrar yaşayabilecekleri korkusu. Bunlar yanyana geldiğinde kendilerini güvende hissedecekleri yani Ermenilerin az çok bulunduğu yerlere göçmek isterler. İlk göç hareketi böyle başlıyor. Aynı zamanda, biz biliyoruz ki aslında hep göç etme fikri, o toprakları terk etme isteği, 1915’ten beri hakimdi ama bunu gerçekleştirmek herkes için çok kolay değildi. Çünkü bir kere, içerde göç etmek de o kadar kolay değildi. Bugun Taner Akcam’in yazdığı pek çok çalışmada görüyoruz ki birtakım uygulamalar, Ermenilerin yurtiçinde bile hareket etmelerini kısıtlıyor ve zorlaştırıyordu, Cumhuriyetin ilk yıllarında. Dolayısıyla Ermenilerin 1945-50’lere kadar Anadolu’da kalmaları öncelikle buna bağlanabilir. Fakat 1950’lerden sonra hızlı bir göç var. Bu mesele çok az incelendi, lakin benim sözlü tarih görüşmelerimde en çok ortaya çıkan olgulardan biriydi. Anadolulu Ermenilerin İstanbul’a göçü ve burada bir ‘Anadolu diasporası’ hali içinde yaşamaları. Nedir diaspora olma hali, en temelde kendi topraklarından uzak olma ve o topraklara olan nostalji yani özlem. Ya da ‘age d’or’ dedigimiz ‘altın çağ’a ait mitik bir hayal kurma pratiği. Bugün bazı Anadolu Ermenileri için İstanbul’da Anadolu’yu bu her iki anlamda da hayal ettiklerini söylemek yanlış olmayacaktır. Bunun için, öncelikle bir kere neden göç ettiklerini anlamaya çalıştım.
Yeni cumhuriyetle beraber, Anadolu’daki Ermenlier için uygulanan birtakım siyasi pratikler, aslında oradaki Hıristiyan ya da Müslüman olmayan halkı tamamen tasfiye etmeye yönelikti. Neydi bu pratikler; kilise, okul gibi Ermeni halkını ayakta tutacak kurumlarin bilinçli olarak tekrar inşasının yasaklanması. Gerçekten de bugün bildiğimiz tek bir kilise, okul Anadolu’da tekrar kurulmadı. Binlerce kilise, manastır ve okulun virane halinde olduğunu biliyoruz, ama bir tek yeni okul bile açılmadı Anadolu’da. Oysa ki buradaki Ermeni halkın buna ihtiyacı vardı. Surp Haç Tıbrevank Okulu’nun İstanbul’da açılması bir tesadüf değil bu anlamda. Anadolu’da Ermeni dilinde ve kültüründe eğitim almaktan mahrum bırakılan Ermeni çocukları için 1950’lerde bu okulun açıldığını biliyoruz. Öte yandan görüşmecilerle konuştuğumuzda Anadolu’da bu şartlarda Ermeni olarak yaşamanın zorluklarının altını çizdiler. Bu nedenler dışında başka nedenleri vardı elbette 1950’lerde İstanbul’a göç etmenin. Bunlar arasında başta ‘gâvur’ olarak yaşamak geliyordu. Birçoğu artık Ermeni olarak ötekileştirilmiş, çoğunluğun içinde birer numune olarak kalmış Müslüman ve Türk olmayan ‘gâvur’lardı. Gâvur hem pejoratif yani olumsuz anlamda kullanılıyordu hem de zamanla artık kabul görmüş bir gerçekliğe tekâbül ediyordu. Hıristiyan ve Ermeni olmak gâvur olmak demekti. Fakat gitgide sayıları azalan Ermeniler kendi kimliklerini saklayamadıklari gibi, her zaman ‘öteki’ olarak yaşamak zorunda kalmışlardı. Üstelik kendi cemaatlerinden uzak bu şekilde yaşamak onları İstanbul’a iten en büyük etmenlerden biriydi. Bunun dışında bildiğimiz üzere ‘kaçırılma hikâyelerinin’ de günden güne çoğaldığı bir süreç yaşanıyordu. Görüşmecilerimin çoğu bunun da etmenler arasında olduğunu söylemişlerdi göç etme faktörleri arasında. Örneğin bir görüşmeci, İstanbul’a 1955’te geldiğini ve nedenini şöyle açıklıyor: “Birbirinden güzel üç kızım vardı, onlara sahip çıkamazdım orada, kaçırılabilirlerdi”. Tüm bunlar gözönünde tutulduğunda, bunların hepsini her şeyden önce ‘hafıza-kırım’ olarak değerlendiriyorum. Bu bahsettiğimiz, Anadolu topraklarında bir hafıza yok edildi, bir medeniyet, hafıza mekanlarıyla, diliyle, kültürüyle yok oldu. Bunun adı memorisid yani hafıza-kırım değil de nedir?
Bugun Müslümanlaştırılmış Ermeniler ile ilgili son derece canlı bir tartışma var ve konuya dair kısmi bir literatür de oluşmuş durumda. Senin saha araştırma sürecindeki gözlemlerin neler ve bu konunun özellikle Ermeni cemaati tarafindan alımlanma biçimi hakkında neler söyleyebilirsin?
Dediğim gibi bu tezde bu konu incelenmedi fakat zaman zaman hatta sıklıkla değinildi diyebiliriz. Bugün Ermeni konusu üzerine çalışanların değinmeden geçemeyeceği bir konu İslamlaştırılmış Ermeniler konusu. Onun dışında bugün bu konudaki tanıklıklar bu meselenin gün ışığına çıkmasında çok önemli. Benim yapmış olduğum sözlü tarih çalışmalarına gelirsek. İstanbul’da yapmış olduğum görüşmecilerin, özellikle en yaşlı ve orta kuşakta, hemen hemen hepsine Müslümanlaşma hikâyeleri dinledim. ‘Dönme’ ya da ‘muhtedi’ olarak adlandırılan bu görüşmecilerin hepsi de İstanbul’a göç ettiklerinde eski kimliklerine geri dönmüşler. Yani Hıristiyanlığa geri dönmüşler. Bu şu demek aslında yine Anadolu’da, köylerde veyahut şehirlerde Ermeni ve Hıristiyan olarak yaşamak çok da kolay değildi. Küçük yerlerde kimlikler ifşa edilmiştir, herkes kimin ne kökenli olduğunu bilir ve siz Müslüman olarak orada daha rahat yaşarsınız. Öte yandan her zaman da ‘gâvur’sunuzdur. Aslında biraz kompleks bir durum ama yine de her şeye rağmen Anadolu’da Müslüman olarak yaşamanın kolaylıkları, günlük hayata dair, Ermeni olarak yaşamaktan daha çok.
1950’lerde göç eden Ermenilerle görüştüğümde, Müsluman olarak Anadolu’da kalmanın kolaylıklarının altını çizdiklerini gördüm, fakat İstanbul’a döndüklerinde ise kendi Hıristiyan kimliklerine geri döndüklerini.
Özetle şunu söylemek lazım. 1915’te veyahut öncesinde hayatta kalabilme stratejisi olarak Müslüman, Kürt veyahut Türk olarak yaşamayı seçmiş olan aileler ya da buna zorlanmış olan aileler, Anadolu’da bu şekilde yaşamaya devam etmişlerdi. Fakat göç edebilen ve Ermeni cemaatine girmek isteyenler ise kendi ‘öz’ kimliklerine geri dönmüşlerdi. Bununla ilgili pek çok anektod topladım. Özellikle Müslüman kimliğinden, Hıristiyanlığa geri dönüş yapanların ne gibi bürokratik sorunlarla karşılaştığı üzerine birbirinden ilginç hikâyeler dinledim.
İstanbul Ermenilerinin geçmişi hatırlama ve unutma arasındaki salınımı ve bunun her iki açıdan da nasıl bir yas edimi olarak oldukça yakıcı bir şekilde deneyimlendiğini anlatıyorsun. Bu hatırlama, unutma ve yas arasındaki gerilimi nasıl yaşıyor Ermeniler?
“Yas yoksa barış da yoktur” der Marc Nichanian. Yas önemli bir kavram, kişisel ve toplumsal olarak yaşanması gereken bir etap. En basit anlamıyla yas, kaybedilenin arkasından yakılan ağıt, dökülen gözyaşlarıdır; kaybolanın ardından onu anmaktır. Bunu Freud ‘Yas ve Melankoli’ adlı makalesinde şöyle açıklar: “Yas tutulması kişinin kendisiyle olan ilişkisi için çok önemli bir etaptır. Bunun olmayışı insanı melankoliye sürükler, o da kişinin özne olarak yıkımıdır.” Buradan bakacak olursak Ermenilerin yas tutamamış olduklari fikrine varmış oluruz, hatta melankoli içinde oldukları gerçeğine. Bunu belki bir cümlede açıklamak kolay değil, sayfalarca anlatmak gerekir. Ama işin özünde şu var, inkârın olduğu bir toplumda, Ermeniler sadece kamusal alanda değil kendi özel alanlarında da suskunluğa mahkum edilmişlerdir. Kendi kaybettikleri akrabaları, yakınları, aile bireyleri yok sayılmıştır. Yani soykırım sadece olmuş bir şeyin inkârı değil aslında ‘yok olan’ın, yani ölenin de inkârıdır. O halde o insanlar yok sayılmıştır. İnkâr sadece 1915’in inkârı değil, ölenlerin, yok olup gidenlerin de izlerini inkâr etmektir. Bu durum başlı başına mağdurun kendisinin inkarıdır. Buradan baktığımızda Ermenilerin yas tutmuş olduklarından bahsetmek zordur. Söyle bakalım, inkârın olduğu bir toplumda, olanları aktarmak ne kadar zorlaşıyor, dolayısıyla evlerde bile tabu konusu olan bir konudan bahsediyoruz. Görüştüğüm kişilerin çoğu, özellikle yeni kuşak, kendi ailelerinde aktarımın çok zayıf olduğunu söyler. Bunun birçok nedeni var tabii ama en büyük nedeni inkârın olması. Fakat diasporaya baktığımızda bu aktarımın çok daha kuvvetli olduğunu görüyoruz. Tüm bunları korku, suçluluk, utanç duygularıyla açıklayabilmek mümkün. Ama asıl bunların hepsi, yası inkâr ediyor. Ermeni ailelerin birçoğu, ölen çocuklarının adlarını daha sonra doğan ve hayatta kalan çocuklarına vermişler. Bu bir yas tutma pratiği mi? Yoksa melankolik bir ruh hali mi? Tüm bunları açıklamaya çalışırken, aslında unutmanın, yani kendi geçmişini, kendi hafızasını silmeye çalışmanın, bu durumun içinden çıkmanın tek yolu olduğunu görüyoruz. Aynı Atom Egoyan’in ‘Remember’ filminde olduğu gibi. Geçmişle yaşayabilmek o kadar ağır ve acıyken, onu unutmak bugünü yaşayabilmek için olmazsa olmaz. Yani inkâr hayatta kalmaktır. Bu mağdur için de böyle cellat için de. Bugünü ‘felaket’i düşünerek yaşayamayız. Onu unutmak ya da unutmaya çalışmak bugüne tutunabilmek için şarttır.
Tezinde bir anlama ve sosyolojik analiz etme kategorisi olarak kuşak meselesine odaklanıyorsun. Nasıl görünüyor bu kuşaklar arası aktarım ve kopuşlar? Özellikle soykırım hafızasına dair kuşaklar açısından farklar ya da benzerlikler neler?
Kuşaklar arası aktarıma baktığımızda, en yaşlı nesil yani 1915’i görenlerin evlatları, yani ilk nesil dedim ben bu jenerasyona, ikinci orta nesil ve genç nesil arasında muazzam benzerlikler ve kırılmalar var. Başta aktarımdaki suskunluğa baktığımızda bu bir habitus gibi nesilden nesile geçmiş diyebiliriz. Kırılma yine orta kuşakta başlıyor ama aynı reflekse onlar da sahip. Yani şu hikâyeler anlatıldı hep. Bize olanlar anlatılmazdı, bizleri korumak isterdi ailelerimiz, biz kendi çabalarımızla ne olup bittiğini öğrendik. Bu refleks üç nesilde de var. Orta nesilden görüşmeciler, ailelerin onlara yaşanılanları aktarmamış olmasından muzdaripken kendileri de bir sonraki nesile bildiklerini ya da bir şekilde sonradan duyduklarını anlatmıyorlar. Bunlara geçmişiyle kendi kendine yüzleşenler ya da tanışanlar demek mümkün. Tabii bu en çok genç kuşakta var. Genç kuşaktan görüşmeciler hep şunu belirttiler. Bir tane örnek verecek olursak: “Bir şekilde farklısın, toplumda bunu biliyorsun ve ortada bir problem var seziyorsun ama bu sana anlatılmamış, üzerine az konuşulmuş ya da… Dışarda ama bazen arada bir ‘sözde soykırım’ diye çıkıveriyor ortaya bir şeyler. Bunun üzerine başlıyorsun sormaya, sorgulamaya. Öte yandan bazen düşünüyorum da nasıl anlatılsaymış bizlere bu yaşananlar. Ögrendikçe daha fazlasını bilmek istemiyorum.”
Bu üç nesildeki en önemli benzerliklerden biri buydu, aktarımın azlığı ya da sessizliğin hakim olması. Bu gerçekten bir ‘habitus’ olarak nesilden nesile otomatik olarak geçen bir refleks. Nesiller arası farklılıklar ise çok, örneğin ‘karma evlilikler’ denilen evliliklere bakış açısının değişmiş olması. Özellikle gençlerin bu tip evliliklere, eskilere nazaran çok daha açık olmaları. Ya da Ermeni kimliği üzerine konuşma, siyasi tartışmalara girme gibi davranışların yine gençlerde daha fazla oluşu. Yani aslında gitgide o sessizliğin, içine kapanıklığın azaldığını görüyoruz. Tabii burada yine Hrant Dink’in katledilmesi bir miladdır. 2007’den bu yana özellikle gençlerin Ermeni toplumundaki politik duruşları çok hızlı bir şekilde değişti.
Özellikle Hrant Dink`in 2007’de katledilmesinden sonra Ermeni cemaatinde de ciddi bir hafıza uyanışı olduğunu ve bunun özelikle genç kuşak Ermenilerde yeni bir politik öznellik yarattığını belirtiyorsun. Bunu biraz açar mısın?
Hrant Dink barışabilme (öznenin başta kendisiyle ve geçmişiyle) ve yas tutabilme kapasitesi dediğim şeyin en önemli aktörlerinden biriydi. Dolayısıyla onun kaybı başta bu yas ve barış sürecini durdurdu. Öte yandan da paradoksal bir şekilde bu sürece başka bir boyut ve ivme kazandırdı. Ama Dink’in katli, en başta bu süreci sekteye vurdu demek yanlış olmayacak. Çünkü Hrant Dink başlı başına kendisi bu ‘barış sürecinin’ bir aktörüydü. Dink’in kamusal alanda açtığı tartışmalar sadece Ermenilerin değil, Türkiye toplumunun kendi geçmişiyle yüzleşmesine ve barışmasına katkıda bulunuyordu. Dink sadece Ermeni kimliğini değil Türk kimliğini de sorgulayan, bu iki meseleyi birbirinden bağımsız düşünmeyen biriydi. Çünkü onun meselesi tüm Türkiye’nin demokratikleşmesi meselesiydi. Dolayısıyla Dink’in kaybı, bu süreçte çok önemli bir aktörün kaybıdır başta. Bir yandan işin bu boyutu var ama öte yandan da onun ölümünden bu yana, onun açtığı yolda birtakım ilerlemeler de oldu. Bu da yine onun sayesindedir. Özellikle Ermeni gençlerin bir kısmının da kamusal alanda daha aktif hale gelmeleri onun katledilişinin doğrudan etkileridir. Ama bu genç kuşakta bu dirilişin bir de öteki tarafı var. Bir kısmı da tekrar içine kapandı.
Gerçek yüzleşmenin sadece devlet düzeyinde değil, ancak toplum düzeyinde yaşanabileceğini ve soykırımın tanınmasının esas olarak toplumsal düzeyde anlam kazanabileceğini belirtiyorsun.
Kesinlikle öyle. Daha önce yapılmış çalışmalara baktığımızda, şunu görüyoruz: Soykırıma uğramış bir halkın yegâne isteği uğradığı mağduriyetin tanınmasıdır. Her şeyden önce toplumsal olarak tanınması tabii. Siyasi ve ekonomik boyutları ayrıca tartışılabilir ama toplumsal rehabilitasyon için gerekli olanlar her şeyden daha önemli diye düşüyorum. Nelerdir bunlar: Eğitim sisteminden, medyadaki söyleme, hafıza mekânlarından, kamusal alandaki anma törenlerine kadar, mağduriyetin telafi edilmesi üzerine inşa edilmiş birtakım yüzleşme alanları oluşturmak. Bu dediklerimiz önce devlet düzeyinde olur ve sonrasında topluma dayatılır gibi görünüyor oysa bunun tersi de mümkün. Yani toplumsal düzeyde tahsis edilen bir yüzleşme, toplumu dönüştürmekte daha etkili olabilir diye düşünüyorum. Burada M. Halbwachs’in dediği gibi hafızanın çerçevelerini oluşturan, okul, aile, medya, eğitim sistemi, müfredatı gibi, hafızayı doğrudan etkileyen araçların değişip dönüştürülmesi çok önemli. Ancak bu değişimle bir yüzleşme mümkün olabilir. Yani bu çalışmada gördüğüm bu oldu. Tanınma ya da yüzleşme önce toplumsal alandan gelmeli, sonrasında siyasi yaptırımlar anlamlı olabilir.
Agos