28 Kasım 2016
Türkiye Cumhuriyeti ilan edildiğinde, Müslüman olmayanların nüfusu I. Dünya Savaşı öncesine kıyasla neredeyse %90 azalmıştı ama yine de yeni devletin bu insanlara nasıl muamele edeceğine karar vermesi gerekiyordu. Bu kararı verirken başvurabileceği üç kaynak olduğu söylenebilir. Birincisi, Osmanlı millet sistemi mantığı; ikincisi Lozan Antlaşması’nın ilgili, yani 37 ila 45. maddeleri; üçüncüsü Türkiye Cumhuriyeti’nin laik ve çağdaş bir devlet olma iddiasıdır ki bu da vatandaşlarıyla aracısız ilişki kurma ve etnik veya dinî kimliklerine bakılmaksızın eşit muamele etmeyi gerektirir(di). Devletin bunlardan tek birini tercih edip, Hıristiyanlara ve Musevilere hep ona göre muamele ettiğini söylemek zordur. Kesin olan bir şey varsa, o da, onların grup kimliğine, dolayısıyla grup haklarına zemin oluşturabilecek bütün hukuki altyapıyı ortadan kaldırmayı amaçlamış olduğudur. Osmanlı millet sisteminin en önemli ayaklarından olan Ermeni, Rum ve Musevi toplumları için 1860’larda ayrı ayrı çıkarılan nizamnameler zaten cumhuriyetle birlikte fiilen işlemez hale gelmiş, böylece grup kimliğinin muhtemel bir hukuki temeli ortadan kaldırılmıştı. Lozan Antlaşması’nın yukarıda zikredilen maddeleri arasında olan 42. madde, bu gruplara aile ve medeni hukuk alanındaki işlerini kendi geleneklerine göre yürütme hakkı verdiğinden, millet sistemi mantığını ve dolayısıyla grup haklarını çağrıştırdığı söylenebilirdi. Fakat, 1926’da yeni Medeni Kanun’un çıkmasından sonra devlet, bu gruplar üzerinde baskı kurarak bu maddenin verdiği haklardan feragat etmelerini sağladı ve grup haklarının bir hukuki zeminini daha ortadan kaldırmış oldu. (Bu feragat meselesi biraz çetrefillidir. Birçok devletin taraf olduğu bir anlaşmanın bir maddesi feragat yoluyla ortadan kalkar mı? Kalkarsa bile feragat etmeye kim yetkilidir? Bunun prosedürü nedir? Talin Suciyan’ın ‘The Armenians in Modern Turkey’ başlıklı kitabından, 1946 Surp Pırgiç yıllığının, Ermeniler açısından bu feragat prosedürünün nasıl işlediğini anlattığını öğreniyoruz. Bu yıllığa göre, Ruhani Kurul ve Ermeni toplumunun ‘önde gelenleri’, İsviçre’den mülhem Medeni Kanun’un, aile ve bireyin ihtiyaçlarına laiklik temelinde cevap vermeye yeterli olduğunu söyleyerek, bu işlerde kendi geleneklerine başvurma haklarından vazgeçtiklerini belirten bir taahhütnameyi devlete vermişler.)
Peki, grup haklarını tanımaktan kaçınan devlet, Hıristiyanlara ve Musevilere, otonom, eşit vatandaş bireyler olarak muamele etmiş midir? Tabii ki hayır. Haklar söz konusu olduğunda grupları tanımaktan kaçınan devlet, aynı grup kimlikleri üzerinden sürekli olarak ayrımcılık yapmıştır. Ayhan Aktar’ın ‘Varlık Vergisi ve Türkleştirme Politikaları’ başlıklı kitabında aktarılan, 1942-1944 Varlık Vergisi sırasında yaşanan bir anekdot, devletin bu, benim ‘kasıtlı tutarsızlık’ dediğim tavrına iyi bir örnektir. Devletin böyle bir vergi toplama niyeti olduğu anlaşılınca, bu grupların temsilcileri Başbakan Şükrü Saracoğlu’na giderler ve ne kadar vergi toplamak istiyorlarsa söylemelerini, bu miktarı kendi aralarında toplayıp verebileceklerini söylerler. Aslında, bilinçli veya bilinçsiz, bir millet sistemi uygulaması talep ederler, çünkü orada da esasen cemaatlerden vergileri cemaat başları toplar, devlete teslim ederdi. Bu talep üzerine Saracoğlu’nun verdiği cevap, “Biz bu teklifi nasıl kabul ederiz? Biz devletiz!” olur. Yani, muhtemelen bu teklifin millet sistemini çağrıştırdığını düşünerek, kendilerinin modern bir devlet olduğunu, dolayısıyla vatandaşlarıyla, birebir, aracısız ilişki kuracaklarını kastetmiştir. Gelgelelim, verginin uygulanması sırasında o vatandaşlara hiç de otonom ve eşit bireyler olarak muamele edilmemiş; tam tersine, Saracoğlu’nun iddiasıyla çelişir ve millet sistemini andırır biçimde mükellefler, ‘Müslim’, ‘Gayrimüslim’, ‘Dönme’ ve ‘Ecnebi’ olmak üzere dört kategoriye bölünüp, bunlara göre ve gayet eşitsiz biçimde vergilendirilmiştir.
Ermeni Patriği’nin ve Ermeni Patrikhanesi’nin cumhuriyet tarihi boyunca devletten gördüğü tutum da tutarsızlığa iyi bir örnektir. Devlet bir yandan, fiiliyatta patriğe toplum temsilcisi muamelesi yapar, onu kimi resmî kutlamalara davet eder, Ermeni toplumunun dinî olmayan sorunlarını da görüşmek üzere patriği kabul eder, onun elinden dilekçe alır iken, Patrikhane’nin tüzel kişiliğinin temelini oluşturacak hukuki bir düzenlemeden ısrarla kaçınmıştır. Yani, fiiliyatta toplum temsilcisi muamelesi gören patrik, sadece bir bireydir, çünkü başında bulunduğu kurum Türkiye yasalarına göre aslında yoktur! Dolayısıyla, patriğin görev ve yetkileri, sınır ve sorumlulukları nedir, nasıl seçilir, bunların hiçbiri kalıcı ve istikrarlı bir mevzuata bağlanmamıştır. 1961 yılında hükümet, ‘bir defaya mahsus olması’ ve ‘hiçbir hukuki sonuç doğurmaması kaydıyla’ bir kararname çıkararak, patrik seçimlerinin bu kararnamenin ekindeki talimatnameye göre yapılmasını kabul etmiştir. 1990’da ve 1998’de yapılan seçimlerde Bakanlar Kurulu bu kararnameyi tekrar, bir defaya mahsus olmak üzere yenilemiştir. 2007’den beri içinde bulunduğumuz patrik seçimi krizi de, Aram Ateşyan’ın da ‘değerli katkılarıyla’, bu mevzuat yokluğundandır.
Bütün bunları göz önüne alınca, Türkiye’deki Ermeni kimliğini ve varlığını umursayan her Ermeni’nin hem patrik seçimi hakkına sahip çıkması, hem de seçimler yapıldığında oy kullanması çok önemlidir. Bu, “Biz buradayız, daha bitmedik” demektir, direnmek demektir. Soykırımı ve onun kurbanlarını hiçbir şey geri döndüremez ama o sandığa atacağınız bir oy, o kurbanların hatrınadır, bugünden onlara gönderilecek bir selamdır ve hiçbir şeyden değilse bile, zalime dert olacak var olma inadından atılmalıdır.
(Bu konularda yazıda belirtilenlerin yanı sıra iki kaynak daha zikredilebilir. İkisi de TESEV yayını olan kaynaklardan biri, Arus Yumul’un, Ayhan Kaya ve Turgut Tarhanlı’nın derlediği ‘Türkiye’de Çoğunluk ve Azınlık Politikaları’ kitabında yer alan ‘Azınlık mı Vatandaş mı?’ başlıklı makalesi, ikincisi ise Günay Göksü Özdoğan’la birlikte kaleme aldığımız, ‘Türkiye Ermenilerini Duymak: Sorunlar, Talepler ve Çözüm Önerileri’ başlıklı rapordur.)
Agos