07 Kasım 2016
“Türk Milliyetçiliğinde Katedilmemiş Bir Yol: ‘Hıristiyan Türkler’ ve Papa Eftim” kitabı İstos Yayınları’ndan çıktı. Türk milliyetçiliğinin ve Cumhuriyet’in kuruluş döneminin en tartışmalı konularından biri olan ‘Hıristiyan Türkler’ hakkında kapsamlı bir araştırma niteliği taşıyan kitabı, yazarlarından tarihçi Stefo Benlisoy ile konuştuk.
Karamanlı ve/veya Türk Ortodoks ya da Türk Hıristiyan kavramlarını açar mısınız?
Gerek Türk gerekse Yunan tarih yazımında çoğunlukla ‘Karamanlı’ tabiri tercih ediliyor. Ancak 19. yüzyılda Anadolu’da yaşayan Türkçe konuşan Ortodokslar, kendileri için Karamanlı tabirini kullanmaktan imtina etmekteydiler. Zira bu dönemde genelde Karamanlı tabiri pejoratif, yani olumsuz bir anlamda kullanılıyor. Karamanlı görgüsüz, cahil, köylü gibi olumsuz yargılarla beraber kullanılan, Osmanlı Rum toplumunda alt sınıfları nitelendiren bir kavram. Türkdil Anadolu Ortodoksları kendilerini daha ziyade Anadolulu Ortodoks veya Anadolulu Rum Ortodoks olarak tanımlamayı tercih ediyorlar. İkinci olarak, Türkçe konuşan Ortodoks cemaatleri çoğunlukla Anadolu’nun iç kesimlerinde yaşıyorlar. Roma idari taksimatını esas alacak olursak, Türkçe konuşan Ortodokslar çoğunlukla Kapadokya bölgesinde yaşıyorlar. Ama sadece Kapadokya ile de sınırlı değil. 19. yüzyılda Anadolu’da çok daha geniş bir coğrafyada Türkçe konuşan Ortodoks cemaatleri var. Batıda Bursa’dan başlayarak Sivas’a kadar uzanan coğrafyada Türkdilli çok sayıda Ortodoks cemaat var. Ayrıca kuzeyde özellikle Orta Karadeniz’de mesela Bafra’da, güneyde Antalya ve Adana’da Türkçe konuşan Ortodoks cemaatler var. Dolayısıyla Batı Anadolu sahiliyle doğu Karadeniz sahili dışında kalan kesimlerin önemli bir bölümünde birçok Ortodoks cemaati anadil olarak Türkçe konuşuyordu. Kapadokya dediğimiz bölgede ise 80’in üstündeki Ortodoks cemaatin en az 50’si Türkçe konuşuyordu. Biz bugün baktığımız yerden, dille ulusal kimlik arasında bire bir tekabüliyet olmasını bekliyoruz. Ama yüz yıl önce böyle değildi. İşte Anadolu Ortodoks cemaatlerinin önemli bölümünün “dilsel Türklüğü”, kültürel standartlaşma ve homojenleşmenin kural haline geldiği 19. yüzyılın ikinci yarısında önem kazanmaya başlar; Yunan ve Türk milliyetçi söylemleri arasında bir rekabet ve çatışmanın konusu haline gelir.
19. yüzyıl dünyasında Türkçe konuşan Ortodokslar kendilerini nasıl tanımlıyorlar? Türkçe konuşmaları aidiyetlerinin önemli bir parçası mı?
Asli kimlik diğer cemaatler gibi Türkçe konuşan Ortodokslar için de dini kimlik tabii. Öte yandan Türkçe konuşuyor olmaları da elbette kimliklerinin bir unsuruydu. Özellikle Anadolu’dan İstanbul’a göçen Türkçe konuşan bir Ortodoks, kendisini Yunanca konuşan Rum cemaatinin kıyısında buluyordu. İstanbul, Osmanlı Rum milletinin dini ve kültürel merkeziydi. 19. yüzyılda İç Anadolu’dan İstanbul’a göç eden Türkçe konuşan Ortodoksların İstanbul’da kendi cemaatlerini kurduklarını gözlemliyoruz. Çok erken tarihlerden itibaren İstanbul’da Türkçe konuşan Ortodokslar var ve Samatya, Langa gibi semtlerde yoğunlaşıyorlar. Birarada yaşıyorlar ama aynı zamanda kendilerini Osmanlı Rum milletinin de parçası, bir alt kümesi olarak görüyorlar. Dolayısıyla o alt küme kendini o dünyanın bir parçası olarak tanımlıyor.
Türk Ortodoks Kilisesi’nin kurucu lideri olarak Papa Eftim siyasi ve toplumsal pratiğiyle son derece olumsuz bir figür olarak ortaya çıkıyor. Ortodoks toplumu nezdinde saygın bir kimliği olsaydı, Türk Ortodoks Kilisesi’nin yaşama ve toplumsal taban edinme şansı olur muydu?
Bu zor bir soru. Papa Eftim, özellikle Cumhuriyet’in kuruluşuyla birlikte, İstanbul’a geldikten sonra Ortodoks cemaatlere kendisini kabul ettiremiyor. Papa Eftim’in Türk Ortodoksluğu inşa etme iddiası tarih tarafından sınanma şansına erişemiyor. Yunan ordusunun Büyük Taarruz sonrası Anadolu’yu terk etmesiyle birlikte Anadolu’daki Ortodoksların çoğunun Anadolu’yu terk etmesi ve ardından gelen Nüfus Mübadelesi ile birlikte, Türk Ortodoksluğu bir toplumsal taban edinip tarihsel olarak sınanma şansını kaybetmiş oluyor. Bir ‘Türk Ortodoksluğu’ inşa etme girişimi, 1920-22 arasında Ankara hükümetinin hakim olduğu, Ortodoks cemaatlerin Yunan ordusuna karşı misilleme tehdidiyle baş başa bulunduğu bir dönemde anlam kazanıyor. Papa Eftim, varoluş kaygısı taşıyan Ortodokslara Ankara hükümetine destek olma yolunu bir çıkış olarak gösteriyor. Bu yol o dönemde belli bir karşılık da görüyor. Türk Ortodoks Kilisesi, o kısa tarihsel dönem için böyle bir işlev gördü.
Neden etkisi kısa sürdü?
Anadolu Ortodokslarının Türkçe konuşuyor olmaları, özellikle 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren bir anomali yani bir tuhaflık olarak görülmeye başladı. Bizzat İstanbul ve Anadolu’daki cemaat seçkinleri, bu ‘tuhaflığı’ ortadan kaldırmak için kültürel bir hamle yapıyorlar. Yunanca öğreten okullar, eğitim ve hayır cemiyetleri kuruluyor. Anadolulu öğrenciler okumaya İstanbul’a, Atina’ya gönderiliyor. Papa Eftim’in ortaya çıktığı dönem, böylesi uzun sayılabilecek bir sürecin etkilerinin mevcut olduğu bir dönem. 1910’lü yılların sonunda, Anadolu Ortodokslarının hatırı sayılır bir bölümü Yunan milli kimlik algısının ve kültürel standartlarının etkisi altına girmiş durumdaydılar. Bu açıdan Papa Eftim’in başarı şansı sınırlıydı ama tarih bize her zaman alternatif güzergâhlar sunabilme potansiyeline sahip.
Mübadele, Türkçe konuşan Ortodoksların ve Papa Eftim’in kilisesinde belirleyici rol oynamış. Aynı zamanda Ekümenik Patrikhane’nin İstanbul’da kalmış olması da öyle… Mübadele ile Ekümenik Patrikhane’nin İstanbul’da kalıyor olması arasında da bir nedensellik ilişkisi var. Bunu açar mısınız?
Lozan Antlaşması sürecinde yapılan görüşmelerde, ilk aşamada İç Anadolu’daki Türkçe konuşan Ortodoksların ülkede kalması noktasında genel bir mutabakat var. Bir süre sonra tartışma Ekümenik Patrikhane’nin geleceği noktasında tıkanıyor. Türk tarafı Ekümenik Patrikhane’nin İstanbul’da kalmasını kesinlikle istemiyor ama sonunda bunu kabul etmek zorunda kalıyor. Patrikhane İstanbul’da kalınca da Anadolu’da ona güç verebilecek bir toplumsal kesimin var olmasını istemiyorlar. Bu nedenle Türkçe konuşan Ortodoksların da Mübadele’ye tâbi olmasında karar kılıyorlar. Türk tarafı, Patrikhane’yi Türkiye’den gönderememiş olsa da Anadolu’daki potansiyel toplumsal tabanını yok etmek istedi ve Mübadele ile bunu da başardı. İlginç olan, Türk milliyetçi tarih anlatısında Türk oldukları hakkında neredeyse hiçbir şüphe olmayan Türk Ortodokslarının Mübadele ile dışlanmış olmaları.
Bu bize aslında Türk kimliğinin etnik ve seküler sınırları üzerine de çok şey söylüyor. Öyle değil mi?
Evet. Anadolu Hıristiyanlarının Türklüğüne dair teoriler, Türk ulusal kimliğinin inşa ediliş sürecinde kimin Türk sayılıp sayılamayacağı tartışmasının doğrudan bir parçasıydı. Milli Mücadele dönemi, farklı ve bazen birbirine rakip milliyetçi ulusal inşa projeleri arasında hâlihazırda kararsız olunduğu bir dönemdi. Kimin henüz inşa halindeki Türk ulusal kimliğine içerilip kimin dışlanacağı meselesi, bu alternatif milliyetçi projeksiyonlar arasındaki siyasal rekabetin bir ürünü olarak ortaya çıkacaktı. Bu anlamda Türkdil Hıristiyanların Türklüğünün kabul ya da reddedilişi, bizatihi Türklük tanımı üzerinde, kimin Türk kabul edilip edilemeyeceğine, yani ulusal topluluğun sınırlarına dair de sonuçlar doğuracaktı. Özellikle Balkan Savaşları’ndan sonra ve Milli Mücadele döneminde Türk milliyetçiliği, ‘Müslüman milliyetçiliği’ olarak gelişti. 1920’li yılların sonu ve 1930’larda Türk kimliğinde etnik ve seküler vurgu artıyor ama zaman içerisinde ağır basan her zaman Türk-Müslüman milliyetçiliği oluyor. Etnik ve seküler vurgunun arttığı 1930’larda bile Bulgaristan ve Romanya’daki Hıristiyan Gagavuzların Türkiye’ye göçü kabul edilmiyor. Kitapta gösterdiğimiz gibi, o dönemde hiç kimse Gagavuzların Türklüğünden şüphe etmiyor ama yine de Türkiye’ye gelmeleri istenmiyor, gerekçesi ise Hıristiyan olmaları. Seküler ulus tanımının en vurgulu olduğu dönemde dahi vatandaşlığa kabul ya da iskan gibi devlet pratiklerine baktığınızda Müslümanlığın ister istemez Türklüğü sınıflandırmada belirleyici bir kriter olmaya devam ettiğini görüyorsunuz.
Kitabınızdan öğreniyoruz ki, Yunanca konuşan Katolik ve Protestanlar da Mübadele’de Yunanistan’a kabul edilmiyor. Yunan milliyetçiliği için de Ekümenik Patrikhane’ye bağlı değilsen Yunan değilsin. Akıllara Türk milliyetçiliğinin Sünni İslam kriterini getiriyor. Çarpıcı bir zihniyet benzerliği değil mi bu?
Evet ama bu sadece Türk ya da Yunan milliyetçiliğiyle sınırlı bir durum değil. İrlanda, Polonya gibi bir dizi örneğe baktığınızda ulusal kimliğin dinsel aidiyetin ulusallaştırılması yoluyla inşasının sandığımızdan çok daha yaygın bir durum olduğunu görürüz. Bu durum Balkanlar söz konusu olduğunda elbette çok daha bariz. Milliyetçilik Balkanlarda kilisenin ulusallaşması anlamına geldi ve hangi kiliseye mensup olduğun, ulusal kimliğini de belirler oldu.
İngiltere’nin ısrarı
Lozan’da Ekümenik Patrikhane’nin İstanbul’da kalmasında dönemin süper gücü İngiltere neden ısrar etti?
Başta Anglikan Kilisesi olmak üzere Birleşik Krallık kamuoyunun önemli bir bölümü zaten bunu destekliyor. İngiltere’nin ısrarının arkasında Rusya’da Bolşeviklerin iktidara gelmesi olgusu da var. Bolşeviklerin Rusya’da iktidara gelmesi Ortodoks dünyasında pek çok sarsıntıya neden olabilirdi. Belirsizliğin bu kadar yoğun olduğu bir dönemde İstanbul’daki Ekümenik Patrikhane’nin zayıflamasını İngiltere istemedi. Bu nedenle Lozan’da Türk tarafına baskı yaptılar ve Patrikhane’nin İstanbul’da kalmasını sağladılar.
Cumhuriyet döneminde Papa Eftim
Mübadeleden sonra Papa Eftim’in Anadolu’daki potansiyel tabanı yok olduktan sonra, kendisi İstanbul’a geldi. Papa Eftim İstanbul’da neler yaptı?
Cumhuriyet’in kuruluşundan sonra Ekümenik Patrikhane’de büyük çalkantılar oluyor. Papa Eftim, 1920’lerde birkaç defa Patrikhane’yi ele geçirmeye çalışır ama başarılı olamaz. Bu dönemde İstanbul Rum toplumu içinde taraftar toplamaya çalışır, çok sınırlı da olsa bir grup taraftar toplamayı da başarıyor. Ama sonuçta başarısız oluyor. Hem İstanbul Rum cemaati kendisine çok fazla teveccüh göstermiyor hem de Ankara ile Atina arasındaki ilişkilerin 1930’larda normalleşmesiyle birlikte Papa Eftim’in Patrikhaneyi ele geçirme hedefi boşa düşüyor. Ankara, Ekümenik Patrikhane’nin ele geçirilmesi yerine zaman içerisinde sönümlenmesi stratejisini benimsiyor. Böyle olunca da Papa Eftim marjinalleşiyor. Daha sonra Türk-Yunan ilişkilerinde gerginlikler ortaya çıktıkça Papa Eftim de ortaya çıkıyor. Mesela Kıbrıs gerginliğinde ve 6-7 Eylül 1955 olayları öncesinde Papa Eftim’i yeniden görüyoruz. Ama daha sonra 1960’lardan itibaren sahneden çekiliyor.
Agos