02 Kasım 2016
Ermeni edebiyatı, tarihi boyunca üzerinde var olduğu coğrafyalarla ilgili olarak farklılık göstererek değişik hallere büründü. Ermeni kimliği, dili ve bu bağlamda ‘kaybedilmiş vatan’ın çokça tartışıldığı günümüzde edebiyat eleştirmeni Sevan Değirmenciyan, Ermeni edebiyatının başlangıç tarihi, İstanbul-Diaspora ikilemi başta olmak üzere sadece edebiyatın değil, kimliğin de parçası olan temel tartışmaya çarpıcı sorularla katkı sunuyor.
Ermeni edebiyatının 19-20. yüzyıl sancıları içerisinde edebi düşünceyi, üretim süreci ve eserini, İstanbul sınırları içine hapsetmek gibi bir yaklaşım görülmez. Elbette, çelişik düşüncelerden kaçınmak adına sınırlar belirleme zorunluluğu önünde bulunmaktayız. “Batı Ermeni edebiyatı nereden başlar?” Bu soru bizi bir çıkmaza sürükleyebilir, çünkü keyfi bir yaklaşım Batı Ermeni edebiyatını Krikor Naregatsi’ye (10. yüzyıl) ve Nerses Şınorhali’ye (12. yüzyıl) kadar götürebilecekken, daha ciddi bir bakış nispeten yeni zamanlara, mesela Mardiros Khrimetsi’ye (17. yüzyıl), Yeremya Kömürcüyan’a (17. yüzyıl) dayandırabilir. Kesin bir cevabın eksikliği hissedilmekte kuşkusuz. Soru İstanbul sınırları dahilinde yoğunlaştığında ise çıkmaz, bir kördüğüme dönüşüyor. Bu soruya eğilmeden önce, sorudan doğan başka bir sorunsalın karşısında buluyorum kendimi. Belki de bunu bir cevap sayabiliriz.
İstanbul
Ermeni edebiyatı tarihinde, ‘Batı’ sıfatı sınırlarını giderek daraltıp İstanbul’a kadar varmış ve Batı ve İstanbul kavramlarını hemen hemen eşanlamlı kılmıştır. Bu anlayışın doğru veya yanlış olduğu o kadar da önemli değil, önemli olan Batı Ermeni ve İstanbul terimlerini kolaylıkla birbirinin yerine kullanan zihniyet. Bence tam da bu zihniyetin ortaya çıkışını bir kırılma noktası olarak algılamalı ve İstanbul Ermeni edebiyatının başlangıcı olarak kabullenmeliyiz. Bir tarih vermeye çekiniyorum: Acaba ne zaman, ne şartlar altında, ne gibi gerekçelerle ve nasıl doğmuş bu zihniyet? Bu sorulara cevap vermek zorunda değilim şimdilik, çünkü bu arayış çok farklı yerlere sürükleyip götürecektir beni, fakat Hagop Oşagan’ın bir gözleminin altını çizmek isterim: “İstanbul, Ermeni ruhunun kurnasıydı, birkaç yüzyıl boyunca…”
Batı Ermeni edebiyatı tarihinde doğrulanmayı bekleyen birkaç noktayı ortaya çıkartan, aceleyle alınmış bu notlar; sınırlar çizme zaruretini, muğlaklıkları nedeniyle, arka plana düşüremezler. İsim vermekten kaçınıyorum, çünkü edebiyat, diğer sanatlarda da olduğu gibi, kurucuları olma ‘lüksünden’ muaftır. Bu sebeple edebiyatı, yazarından soyutlayıp İstanbul’da gelişmiş ve oluşmuş homojen bir yapı, bir varlık, bir obje olarak ele alacağım.
Edebiyatın kendisi olabilmesi için toplumdan belirli bir uzaklıkta olması gerekir. Toplum konusundaki bu vurgu tesadüfi değil, zira Ermeni edebiyatı da kendisi olabilme, objeye evrilme şansına İstanbul dahilinde, İstanbul ortamında sahip olabildi. Yazar-edebiyat dairesi, okuyucusuyla beraber (okuyucunun geniş bir bağlamı var; basit bir vatandaştan edebi eleştiriye kadar), okunabilirliği ile, orada tamamlanabildi. Aksi takdirde yabancı bir mekân, sadece İstanbul’un coğrafi güzelliklerinin uyandırdığı ilhamla ruh kurnasına evrilemezdi.
İkilem
Edebiyat; vatan, ülke kavramlarından bağımsız bir olgu kuşkusuz. Edebiyat arada sırada beslendiği vatan ve ülkeden bağımsız olarak oluşur, gelişir ve yaşar. Edebiyattan yoksun vatanlar olabildiği gibi, vatandan yoksun edebiyatlar da pek tabii düşünülebilir; bunların birbirleriyle bağlantılı bir ilişkisi yok. Ülke ve vatan, konu özellikle Ermeniler olduğunda, çoktan kimliğin bir parçası olmaktan uzaklaşmışlardır. İstanbul Ermeni edebiyatının çehresi vatan ve ülke arasında bir sise gömülü; onlar bazen yaşamdan yoksun bir anı olarak önemli bir yere sahiptirler, bazen de yersiz-yurtsuzluk ilişkisi dahilindedirler. Ağırlık doğal olarak sonuncusundadır.
Edebiyat için vatanı ve yurdu şart olarak görmediğimi söyledim. Toprak varsa şayet, vatanı geride bırakan bir özelliği vardır zaten. Dahası, edebiyatımızın imparatorluk başkentinde yaratılması benzer bir toprağın yapılanışını kolaylaştırdı. İronik olan imparatorluk sınırlarındaki tarihi yurtta gelişen edebiyatın, benzer bir toprak, alan oluşturamayıp kendisini başkente yönlendirmesidir. Bu toprak vatandan ötedir, fakat vatan kavramıyla bir görülemez. Burada suni bir durum söz konusu olabilir, çünkü İstanbul vatan değildi ve edebi yaratım için böyle bir toprağın yapılandırılması daha kolay olacaktı. Fikir ve üretim, toprak ve yurt ilişkisi arasında oluşmakta . Alan ve vatan kavramlarının örtüşmesi yeni bir zemin oluşturabilir ve bu zemin bin yıl kadar önce Naregatsi’nin oluşmasını sağlamıştı. İstanbul, her ne kadar da bu endişesini ‘Yarının edebiyatı’, ‘Ermenistan edebiyatı’ gibi farklı edebi hareketlerle formüle etmiş olsa da bu anlayışta bir alana sahip olamazdı. Edebiyatın yaratıcısı İstanbulluluk kisvesini almalıydı üzerine, aynı şekilde de İstanbullu, edebiyat üreticisine dönüşecekti. Topraktan ileri gelen ortam, edebiyat-toplum ilişkisini öyle bir zirveye ulaştırmıştı ki, İstanbullu ya yaratımın bir parçasıydı, yahut yaratanın ta kendisi.
Edebiyat bu alanı İstanbul üzerinde önce yaratmış sonra fethetmişti. Ermeni edebiyatı tarihinde İstanbul bir terimdir. Doğan birçok soruyu İstanbul’da aynı zaman diliminde yaratılmış Rumca ve Türkçe edebiyatlarla bizimkini mukayese ederek cevaplayabiliriz belki.
Felaket ortamı
Yıkım, Felaket, Soykırım olurken edebiyatımız neredeydi? ‘Mehyan’, ‘Navasart’ dergileri ve onların yeni ufuklar açan heyecanları, Ermenistan edebiyatı, özellikle şiirdeki neo-paganist hareket, diğer yandan ‘Yarının edebiyatı’ terimleriyle formüle edilen arayış, 1908-Nisan 1915 arasında Medzarents’le, Varujan’la, İndra ile, Zaryan’la geçen zaman... Roman sanatının modernizasyonu şiirdeki kırılmayı nesire de taşıyordu. İşte Felaket o anda gelir. Soru: Kurtarmaya mı? Yenilemeye mi? Yoksa Batı Ermeni edebiyatını ebediyen mahvetmek için mi? Cevap meçhul gelecekte gizli...
Felaketi bütünüyle kavramak imkânsızdır. Hemen sonrasında unutulacak kavrama hissi anlıktır sadece. Anlatılamaz bir olgu olmanın ötesinde, çift kimliklerin her Diaspora Ermenisi’nde ve özellikle sanatçıda doğrulanmasıdır Felaket. Felaket’in devamı içinde yaşıyor olma hissi, Felaket’in yok oluşundan ve unutuluşundan sonra da devam eden bir durum içine sokar insanı. Günlük yaşamdaki tezahürü her ne kadar ikincil de olsa, Felaket’te yaşanan hayatların çeşitliliğini ve onların karakter olarak edebiyat ve sanatın diğer dallarında kullanılmalarını inkâr edemeyiz.
Zamanın sonu, tarihin bitişi, sanatın yıkılışı olarak Felaket’ten sonra geleneğin geri dönülemez olmasının hayali, alışkanlıklara takılı kalmanın faydaları hakkında yapılan konuşmalar... Felaket kendi ortamını ‘baskıyla’, fakat sessizce kabul ettirse de, insanlar bu durumun hissini yaşamadıkları için benzer düşünceler üretebilirler. Felaket’ten sonra yeniden doğuş akıllarda tasavvur edilebilirdi gerçi, fakat bu, onun estetiğine ters düşen bir fikir. Kavramı netleştirmenin imkânsız olduğunu söylemiştim. Yeniden doğuş sözleri, Batı Ermenileri’nin geleneği üzerine kurulu bir kültürün yeniden inşası, Batı Ermeni edebiyatı benzeri yeni bir poetika yaratma çabası kulaklara hoş geliyor, fakat tökezlemelerden sonra ortaya çıkacak olan eserler Felaket estetiğini nihai olarak kavramamızı sağlayacaktı.
Bu çeşit eserler daha mı az değerliydi? Kuşkusuz hayır. Bugün yeni olandan tekrar doğuşun geleceği beklentisi içine girmek saflık olarak algılanabilir, eğer tabii yeniden doğuş, taklit ve kopya etmek demekse. Şairin ve okuyucunun ölümü, kendilerini doğuran gerçeklik ve coğrafya ile beraber, geçmişi ne olursa olsun, şiirin ölümü demektir. Gerçek tüm olumsuzluğu ile yeni değil, farklıdır artık. Söz konusu olan ‘yeni’nin değil, ‘farklı’nın, ‘öteki’nin yaratılışı ise, şairin yahut şiirin ölmesi, gelecek nesil tarafından Felaket’in doğal bir sonucu olarak algılanmayıp, Felaket’ten bağımsız olarak o ölümün algılanması demekti. Bu durum edebi anlamda muhalefet etme, reddetme halinden kaynaklanır. Tersi, yani şiirin Felaket’in sonucu olarak ölmesi ise yıkılanı yeniden inşa etme çabasını barındırır. Bu ikisinin mücadelesi, Diaspora Ermeni edebiyatının bütününü oluşturmakta. Öteki’yi, başka’yı yaratanların ve eskiyi yeninin kisvesiyle sunanların mücadelesi...
Zemininin tahrip olmasından, yani İstanbul’un ‘düşüşü’nden sonra, homojen bir yapı olarak değerlendirdiğim edebiyat, Diaspora’da çözülüp yazarına dönmüştür artık. İstanbul’un düştüğünü söyleyebilir miyiz acaba? Çünkü “... düşüşünden sonra mitleriyle, edebi anlayışıyla, milli olarak adlandırılan mitolojisiyle devam eder en bayağı, plansız, tekdüze edebiyatın yaratıldığı Diaspora’da.” Diğer taraftan, “Tabii ki, Avrupa kentlerine taşınan ruh, zengin, en asil meziyetleriyle, her şeyden önce İstanbul’a ait” . Alıntıladığım bu edebiyatçılar, Bılıdyan (1945 Beyrut doğumlu) ve Oşagan (1883-1948, Bursa’nın Sölöz köyünde doğup, Halep’te ölmüş), tesadüfi isimler değil, edebiyat tarihimizin en iyi teorisyen-eleştirmenleri. Bir paradoksu ortaya çıkarmak değil amacım. Niyetim, yan yana var olabilen fikirlerin bu durumunu belirtmek. İşte İstanbul’dan öte bir edebiyatı var edebilen, budur.
Diaspora edebiyatının geçmişinin ‘doğal’ bir sonucu olarak İstanbul üzerine yerleştiğini belirtmekte fayda var. Buradan da farklı’ya ve yeni’ye bir geçiş yapabiliriz sanırım.
Farklı’nın ve yeni’nin sorunsalı zemin kavramı ile alakalı. Dolayısıyla, uzaklaşma, terk etme, sürgün, vatan hasreti, özlem ve benzer ruh halleri topraktan doğar. İstanbullu için doğum yeri olan alan, Diaspora için fethedilmesi gereken, hatta yabancı bir bölge sadece. Tam aksine, Diaspora edebiyatının konuşlandığı zemin ise İstanbullu için yabancı idi. Yani, İstanbullunun doğal olarak sahip olduğu şey Felaket’ten sonra kaybolmuştu ve Diaspora fikir ve unutuş ile gelip orayı tekrar bulacaktı. İşte bu noktada Diaspora, İstanbullu olmaktan uzaklaşıp, İstanbul üzerine konuşlanmaktan vazgeçip Diaspora’yı yaratacaktı. O halde farklı’yı Diaspora’nın başlangıcındaki gayret olarak tanımlayabiliriz, İstanbul ve Diaspora edebiyatları arasındaki uçurumun ilk noktası.
Oşagan ve Bılıdyan’dan yaptığım alıntılar zıt kutuplar ortaya koysa da birbirinden uzak değiller aslında. İstanbul etkisinin olumsuz yönünü ortaya koyan Bılıdyan da haklı, Avrupa’ya götürülen ruhun İstanbullu olduğunu söyleyen Oşagan da. Yarının edebiyatı, Ermenistan edebiyatı, neo-paganizm, romanın Batı etkisiyle modernleşmesi, Demircibaşyan’dan İndra’ya giden yol İstanbul’a mı mahsustur? Biz bugün bunlarla anmıyor muyuz İstanbul’u ve böylece birçok şeyi de görmezden gelmiyor muyuz? İndra’yı ve Medzarents’i kendilerini savunmaya zorlayan eleştirmenleri, Varujan’ı taciz edenleri nereye koymalı peki? Diaspora edebiyatı İstanbul üzerine bina ediliyordu ve haliyle İstanbul’a özgü karşıtlıkları da içinde barındıracaktı. Toprağı aşan yaratım İstanbul’da doğmuştu, Diaspora’da devam etti, daha doğrusu Avrupa şehirlerinde, Paris’te. Peki neden?
“… Yine de sürgün ile serserilik arasında bir ayrım koymamız gerekir: Sürgünde çoğunlukla bir ilke vardır, serserilikte ise her zaman sadece gevşeme vardır… Serseri, edebi terimlerle, muhabirdir… hakkında yazı yazdığı yaşamı herhangi bir derinlikte anlaması olası değildir… Fakat huzursuz bir toplum, bu tür başarıyı çok kolayca kabul eder: bir düzlemde, tuhaf ve egzotik üzerine haber; diğer düzlemde, sınıf ya da toplum, muhabirin sınıf ve toplumuna daha yakın olduğunda, kavrayışlı eleştiri.”
Aijaz Ahmad’ın Williams’dan aktardığı bu ifadeler sürgünlük ve serserilik arasında bir farklılığa işaret eder. Serseriyi anlatmasına karşın, sürgünün halini anlatmaz. Kabaca, serserinin olmadıklarıdır sürgün. Yani hakkında yazdığı hayatı derinlemesine anlayan, toplumun kendisini zor kabul ettiğidir serseri. Sürgün ise topluma yakın değildir, çünkü onun ilkesel bir duruşu vardır, popülizme kapılmış değildir. Şahan Şahnur onlardan biridir. Farklı olan kendisinde görülür, edebiyatımızın diasporalaşması onun satırlarında fark edilir.
Soykırım’dan kurtulanlar
1915 sonrasında, Soykırım’ın ve ülkede milliyetçilik dalgasının yükselmesi neticesinde yabancı ülkelere gitmek zorunda kalan mülteciler ve sürgünler birkaç nesii oluşturdu. Hepsi de “Soykırım’dan kurtulan nesiller” adı altında literatürde yer bulmuştur. Mülteciler, yurtlarından zorla göç ettirilmiş ve yabancıların merhametine bırakılmış bir toplulukken, sürgün; yalnızlığı, yabancılaşmayı ve göçmen ruh halini tek başına yaşayıp bunları kendi şahsında yoğunlaştırır . Dolayısıyla, Ermenilerin acısını ve göçünü yazarların ve sanatçıların hayatlarında yoğunlaşmış ve onların hayatlarına yansımış olarak görmem bir yanlış sayılmaz umarım. Entellektüel kişi toplumdan farklı bir düzlemde bulunduğundan, farklı endişelere ve amaçlara sahip biri olarak, bazen göç ve sürgün acısını çok daha şiddetli, çok daha derin yaşamış ve bütün sonuçlarıyla olayın farklı yönlerini ‘keşfedebilmiştir’. O halde, 1915’i bodrumlarda karşılayan Oşagan, 1923’te kendi rızasıyla soluğu Paris’te alan Şahnur ve gözünü yetimhanelerde açmış olan Dzarukyan doğal olarak aynı olaya karşı farklı yaklaşımlara sahip olacaklardı.
Basit bir sınıflandırma denemesi:
1. Gerçek Sürgünler: 1915’e gelindiğinde yetişkin ve ün sahibi olan, isimleri kara listede bulunan yazarlar. Ülkeden uzaklaşmadıkları takdirde Varujan’ın, Siamanto’nun, Zartaryan’ın kaderine ortak olmaları işten bile değildi. Hagop Oşagan, Zabel Esayan, Vahan Tekeyan gibi… Bu nesil Felaket’ten sonra yabancı gökler altında hayatlarına devam ettiler.
2. ‘Gönüllü’ Sürgünler: Diaspora Ermeni edebiyatını başlatan nesil; Şahan Şahnur, Nigoğos Sarafyan, Hıraç Zartaryan, Nışan Beşiktaşlıyan, Bedros Zaroyan vs. 1922-23 tarihlerinde Milli orduların İstanbul’a gelişini yeni bir felaket olarak algılayıp İstanbul’u terk ettiler ve Batı’ya, özellikle Paris’e gittiler. Bu nesil İstanbul’da doğup büyüdü, Felaket’i doğrudan yaşamadı, çöllerden geçmedi. Mütareke yıllarında, bu nesil okulluydu henüz ve belki de geleceğini İstanbul’da görüyordu. Yeni dergiler yayınlanmaya başlamıştı, 1915’te İstanbul’u terk etmiş yazarlar ve aydınlar geri dönüyor, kültürel ve edebi hayat yeniden canlanma emareleri gösteriyordu. İstanbul dışında edebi bir alan oluşturma gibi bir düşünceleri yoktu o yıllarda. Milli kuvvetlerin İstanbul’a gelişi ile 1915’in korkusunu yaşamış aydınlar beraberinde gençleri de sürükleyerek şehri terk ettiler. Kimse onları gitmeye zorlamamıştı. Çoğunun ailesi İstanbul’da kaldı hatta. İstanbul’da kalan arkadaşları da oldu ve onlardan bazıları (mesela Areg Dirazan, Yetvart Simkeşyan, Avedis Aliksanyan vs.) burada üretmeye devam ettiler.
3. Kerhen Sürgünler: Bunlar genelde Anadolulu ailelerin evlatlarıydı. Felaket’i doğrudan yaşadılar, yetim kaldılar, evsiz, sahipsiz, çocukluğu olmayan bir nesli oluşturdular. Vatan nedir bilmediler, sadece bir anı olarak sahip oldular ona. Antranik Dzarukyan, Vahe Vahyan, Muşeğ İşkhan bu nesle aittirler. Kendilerini bir yere bağlı hissetme halini yaşamadan yetimhanelerde büyüdüler çoğunlukla. 1910-1914 aralığında doğmuş olan bu nesil için memleketteki ev, tıpkı bir çocukluk anısı, bir sis gibi yaşandı gözlerinin önünde. Edebi yaşamlarını büyük çoğunlukla Orta Doğu’da, Halep-Beyrut çizgisinde idame ettirdiler.
Diaspora Ermeni edebiyatını araştıranlar için önemli olan isimler son iki nesildir. İlk sıradakiler Batı Ermeni edebiyatının içinde kalırlar hâlâ. Oşagan’ın ve Esayan’ın romanları, Tekeyan’ın şiiri Diaspora Ermeni edebiyatının şimdiye kadar çizilmiş coğrafyasının dışında kalır, fakat onları kendi şahsi Diaspora’larının içinden, sürgün pencerelerinden seyrettiğimizde, çizilen sınırları genişletmek durumda kalırız.
Şahnur’a Giriş
Üsküdar’da doğup, ilk öğrenimini orada almıştır Şahnur Keresteciyan (1903-1974). Aynı zamanda vaftiz babası da olan amcası, Onnik Kerestecian, ünlü yazar Madteos Mamuryan’ın mahlasını yeğenine isim olarak verir. Bir dönem devam ettiği Berberyan Okulu’nun müdürü Şahan Berberyan’a karşı saygısı ve hayranlığı o kadar büyüktü ki, onun adını kendine mahlas olarak alıp ilerde Şahan Şahnur adı ile edebiyat dünyasına girecektir. 1923’te Paris’e gitmeden evvel, İstanbul’da edebiyat adına pek bir şey yapmamıştır aslında. Sadece Berberyan Okulu’ndan mezun olduğu yıl, 1921’te, şiir yarışmasında kazandığı bir birincilik onun bu alanda gerçekten ‘biri’ olacağı yönünde öngörülere mahal vermiştir. Böyle düşünenlerden biri de jüri üyeleri arasında olan şair Vahan Tekeyan’dır. İstanbul basınındaki ilk yayınları edebi yazılar değil, karikatürler olmuştur. Burada da parlak bir gelecek öngörülmüşse de, Şahan Şahnur kendisini, resim imgesine ve görsel sanata ara ara başvurduğu, edebiyat alanında gösterecekti. Şahan Şahnur imzalı ve resim sanatı hakkında olan ilk makalesi 1929’da dayısı Teotig’in İstanbul’dan sonra Paris’te sürdürdüğü salnamesinde yayımlanmıştır. Aynı yıl Paris’te yayımlanan Haraç gazetesinde tefrika edilen romanı, Şarkısız Ricat («Նահանջը առանց երգի» Sessiz Ricat adıyla geçtiğimiz ay Aras Yayıncılık tarafından basıldı) ve 1933’te yayınlayacağı Haralezlerin İhaneti («Յարալէզներու դաւաճանութիւնը») başlığı altında öykülerini topladığı kitabı aynı alt başlığa sahiptirler: “Resimli Ermeni Tarihi” («Պատկերազարդ պատմութիւն հայոց»).
Mayıs-Eylül 1929’de tefrika edilen Sessiz Ricat romanı Şahnur’un bir çok yazısı gibi provakatif, kışkırtıcı öğeler barındırıyordu , hatta yazılarından biri yüzünden dövülecekti de ilerde. Öyle ki, Haraç’ın editorü Şavarş Misakyan’a, Diaspora’da tutunmaya çalışan Batı Ermeni edebiyatının bu ilk romanının yayımlanmaması için baskılar dahi yapıldı. Romanın yayını bittiğinde ve ileriki günlerde ayrı bir kitap halinde basılıp dağıtılmaya başladığında, Diaspora Ermeni edebiyatı denilecek yepyeni bir dönemin kapılarından resmen girilecekti.
İstanbul’dan ve diğer Anadolu şehirlerinden Paris’e gelip hayata tutunmaya çalışan Ermeni gençlerin yaşamlarını anlatır Şahnur bu romanda. Fransız kadınlarıyla cilveleşip İstanbul’da kalmış ailelerinden, anadilleri Ermenice’den uzaklaşan, hatta anadillerini unutan, Fransa’da yadırganmamak için isimlerini değiştiren genç insanların düştükleri çıkmazları, geçmiş dönemin azizlerini, kutsallarını, alışkanlıklarını, geleneklerini anlatır. Bir bakıma ‘resmi’ bakış açısını roman kahramanlarının ağzıyla yerden yere vurur yazar. Bu aslında yukarıda da bahsettiğim farklı’yı yaratma çabasının bir tezahürüdür. Şahan Şahnur, Paris’te yazın hayatlarına başlayacak olan diğer yazar arkadaşları gibi, içerik bakımından farklı denemeler yaparken, aynı zamanda arada sırada eleştirilerin hedefinde olmasına karşın dili de farklılaştırma, yenileme peşindeydi.
Yazar topraktan kopmuş, yabancı memleketlerde olmanın acılarını hisseder, geri dönemeyeceklerini de bilir. İstanbul’dan ayrılış nihaidir, bir sondur, sonun başlangıcı olacak bir geliştir. Diaspora’nın kaderi olacak olan bir ‘gerilemenin’ ilk adımları daha o yıllarda atılmaktadır. Şahnur’un romanı ve ileriki yıllarda yayımlayacağı hikâyeleri bu durumu aktarmaktadır. Bu gerileme şanlı olmayacaktır, sessizce, suskunca yaşanacaktır…
Dağılma hikâyesi
Zaman onları birbirinden ayırdı. Felaketin ilk aylarında Paris kaldırımlarına atılmış, çoğunlukla çocuk yaşta olan gençler sonsuz bir sevgi ve şefkatle birbirlerine sokulmuş, bağlanmışlardı. Doğduğu yerden, ailesinden, gelecekten koparılmış Ermeni çocuklar o günlerde yollarını kaybetmiş, bir müddet geçip de ayaklarının üzerine basmaya başlayıp, bıyıkları terleyene kadar birbirine yaslanmıştı. Fakat geçen yıllar onları birbirinden ayırdı. Yeni yeni oluşan benlikler, yelpaze misali hayatın ayrı ayrı yollarına çıkıp birbirlerinden uzaklaştı. Zor hayat koşulları, ihtiyaçlar, hele bir de hareketli bir hayat bu mecalsiz grubun üzerinden esti geçti. Hepsi bir dağıldılar, tüyler uçuştu. Marianne karşı konulmaz cazibesiyle her birine yanaştı, oraya buraya sürükledi. Neresi olursa olsun, kazanan hep aynıydı. Hep aynı Nenettelerin, Manonların, Ninonların, Nanaların torunuydu. Kimisi evlendi, çoğu sevgilileriyle yaşadı, Ermeni Kilisesi boşaldı, giden mektupların sayısı azaldı ve tabii ki, uzaklarda analar hep ağladı.
Şahan Şahnur’un eserleri iki elin parmaklarını geçmez. Bu noktada Armen Lubin mahlası ile Fransızca yazdığı şiirleri hesaba katmıyorum. İleriki yıllarda roman yazmayacak, hikâyeler yazmayacak, uzun yıllar kalacağı hastane kapılarının ardından arada sırada Haraç’a yollayacağı kuvvetli, her cümlesi uzun uzun irdelenmesi gereken, çoğu kez büyük tartışmaları da beraberinde getiren makaleleriyle varlığını hatırlatacaktı. Ölümünden yıllar sonra bugün dahi yaptığı gibi…
*Roman Kahramanları dergisinin Ekim-Aralık 2014 tarihli 20. sayısında yayınlanan yazının gözden geçirilmiş ve geliştirilmiş halidir.
Agos