14 Haziran 2016
Soykırım tasarısına, iktidar, muhalefet gibi pek tabi Yahudi ve Ermeniler de eleştiriler getirebilir ama ne zaman ki herkes aynı cümleler ile hezeyan eder, herkes aynı ve tek damara uygun şerbet hazırlamaya koyulur, oradan pis bir koku gelmeye başlar.
Yabancı parlamentolarda Ermeni Soykırımı tasarıları gündeme geldiğinde Türkiye’de devletin, iktidarın ve hatta muhalefetin bozamadığı ezberleri olduğu kadar Ermeni Azınlığın da sıkıcı tekrarları var. Kısaca, Ermenilerin büyük kısmı “Biz devletimize derinden bağlıyız, vatanımızda çok mutluyuz, soykırım-moykırım karıştırmayın şimdi!” söylemini benimsemiş durumdalar.
Bu hafta, “Cumhuriyet döneminde azınlıkların durumu” konusu üzerine herhangi bir tartışma ya da araştırma yapılacağı takdirde atlanamayacak bir “ilk” yaşandı.
Türkiye Ermenileri Patrik Genel Vekili Ateşyan, Almanya’nın Ermeni Soykırımı’nı kabul etmesi üzerine Cumhurbaşkanı’na bir mektup yazmış, tasarıyı “Ermeni milletinin emperyalist güçler tarafından kullanılması” olarak tanımlamış, Ermenilerin karardan dolayı derin bir üzüntü duyduğunu iddia etmiş. “Allah devletimize zeval vermesin…” ana fikriyle bir “Padişahım çok yaşa!” güzellemesi yapmış, Türkiye Ermenilerinden gelecek çatlak sesleri de hesaba katarak “bazıları duruşumuza iyi gözle bakmayacak” vurgusuyla “ne yapabilirim, bazılarını zapt edemiyoruz devletlûm” demeye çalışmış.
Rahatsız eden mektup
Ateşyan’ın kişisel görüşünün “Ermeni cemaati” görüşü gibi gösterilmesi birçoklarını rahatsız etti. Mektup aslında bir vaka, iyimser olursak bir “tedirginlik manifestosu”, psikiyatrik bir incelemeye tabi tutulduğu takdirde belki bir Stockholm Sendromu örneği ama özünde buram buram samimiyetsizlik kokan bir mektup.
Ermeni Patrikhanesi’nin Osmanlı Padişahları ilişkileri konusu ile ilgilenenlerin, mektubun ana çizgisini teşkil eden “Devletimize zeval gelmesin, gerisi teferruat…” acizliğini ne yazık ki 1800’lerin sonu, 1900’lerin başında Vilâyat-ı Sitte’de, yani Ermeni illerinde kan gövdeyi götürürken bile Patriklerin Abdülhamit’e yazdıkları mektuplarda göremeyeceğinizi sadece hatırlatacağım, fakat uzatmayacağım.
Türkiye’de taş çatlasın 60 bin Ermeni var, kendi aralarında “atalarına yapılan zulüm” konusunda bile hemfikir olamıyorlarsa, bu kadar dert arasında bunu da mı biz düşünelim demeyin, çünkü burada daha başka bir sıkıntı var.
Alışık olduğumuz refleks
Tarz bakımından ve en önemlisi soykırımın gerçekliğini sorgulaması açısından bir ilk olan bu mektup aslında “maksadı” ile çok alışık olduğumuz bir refleksin altını dolduruyor. Soykırım bir tarafa, ASALA cinayetleri döneminde Türkiye’deki Ermeni cemaatinin rahatsızlıklarını hatırlayalım. Komşuları tarafından ayıplanan, hor görülen ama aslında olup bitenden her Türkiye vatandaşı kadar habersiz olan Ermenilerin o dönemde nasıl evlerine ve içlerine kapandıklarını iyi biliyoruz.
Her cinayetten sonra dönemin Patriği Kalustyan’ın TRT’de kendisini aslında hiç alakadar etmeyen soruları yanıtlamaya “davet edilmesi” bu baskının güzel bir örneğidir. Sonraki yıllarda Fransa’nın kabul ettiği soykırım tasarısından sonra, şu anda rahatsızlığından dolayı görevini icra edemeyen fakat Patriklik sıfatını hala taşıyan Mutafyan da benzer açıklamalar yapmaya zorlanmıştır. 90’lardan sonra sadece Patrikhane de yeterli olmamış, cevval muhabirler Kapalıçarşı’ya gidip, tezgâhında oturan kuyumcu ustalarına “Avrupa’da sözle soykırımın kabul edilmesi konusunda ne düşünüyorsunuz?” soruları ile “vatana bağlılıklarını” yeni türeyen özel kanalarda yüksek sesle ispatlamalarını istemişlerdir.
‘İyi vatandaş’ dengesi
Patrikhane, din adamları ve muhatap kalmak zorunda olan diğer Ermeniler titiz bir denge gözetip hem “iyi vatandaş” olduklarını kanıtlamaya hem de devletin hoşuna gitmeyenin kendi hoşlarına da gitmediği izlenimi yaratmaya çalışmışlardır. Eşit vatandaşlık anlayışının kök salamadığı, Ermeni vatandaşın daimi bir tehdit unsuru sayıldığı bir ülkede bunu Ermeni okullarının, kiliselerinin ve bizzat Ermenilerin zarar görmemesi için yapmışlar, yapmak zorunda kalmışlardır.
6-7 Eylül’deki saldırıları gören azınlıklar, “galeyana gelebilecek” üç-beş kişinin neler yapabileceklerine bizzat şahit olup sinmiş, korkmuş ve evet ne yazık ki kafalarını kuma gömerek yaşamaya mecbur kalmışlar, dolayısı ile mücadele etme gücünü kendilerinde bulamamışlardır. Bunlar ya da Türkiye’deki azınlıkların kendilerini koruma refleksiyle her dönem iktidar destekçisi ve pasif olup, “bana dokunmayan yılan bin yaşasın” yönelimi yenilik değil.
Yeni olan dışarıda bir şeyler değişirken, Türkiye’deki dilin ve yaklaşımın tekilleşmesi. Bu tekilliğin birbirinden uzak ve ilişkisiz çevrelerde de aynı şekilde tezahür etmesi. Kısacası artık, azınlıklar da dâhil olmak üzere herkesin muktedire özgü bir iktidar dili ile konuşması.
Ermenilerin tekrarladığı, “Bu sorunu Ermeniler ve Türkler çözsünler, yabancılar karışmasın!” umarsız söyleminden “Soykırım Emperyalist bir yalandır!” inkârına çok kısa süre içinde gelindi. Dünya’nın en saygıdeğer Yahudi düşünce kuruluşları bile artık Ermeni soykırımın kabullenirken, Türkiye’de Yahudi azınlığın soykırımın inkârı konusundaki “gönüllü mücahitliği” da haliyle oldukça ilgi çekici.
Muktedirin dilini benimsemeyen azınlıklar
Soykırım tasarısına, iktidar, muhalefet gibi pek tabi Yahudi ve Ermeniler de eleştiriler getirebilir ama ne zaman ki herkes aynı cümleler ile hezeyan eder, herkes aynı ve tek damara uygun şerbet hazırlamaya koyulur, oradan pis bir koku gelmeye başlar.
Perinçek’in icadı olan “Soykırım Emperyalist bir yalandır” sözü, malumunuz Yılmaz Özdil başta olmak üzere bir çok yazar-çizerin ağzına pelesenk oldu. Birebir olmasa da, Öcalan’ın 2014 yılında yaptığı “İslam sentezi” tadındaki Newroz konuşmasında bu vurgu şaşırtıcı bir biçimde yine hissedildi. Doğru, Öcalan “Türkiye tarihinle yüzleş!” mesajı vermiş, ama suçu bir anlamda muğlâk kapitalist güçlere yıkmış, failleri yağdan kıl çeker gibi ortadan kaldırmıştı.
İktidarın dili yavaş yavaş “herkesin” dili olmaya başladı. Şalom gazetesi yazarı Marsel Russo son makalesinde 1915’te yaşanan olayları “emperyalistlerin tepişmesi” olarak resmetti. Aynı günlerde gazetenin baş yazarı İvo Molinas geçen yılki “1915’e soykırım dersek, Holokost’a ne diyeceğiz?” söyleminden uzağa gidemediği yeni yazısında Holokost’un “biricikliğine, tekliğine ve benzersizliğine” olan takıntısını tekrar vurgularken, yazıyı “Türkiye, tarihiyle, birikimiyle, ekonomisiyle, nüfusuyla, dinamizmi ile büyük bir devlettir.” övgüsü ile bitirdi. Nasuh Mahruki ise Sözcü’deki köşesinden yine “Emperyalist Ermeni Yalanları” vurgusu yaparak, Perinçek ile olan fikir ortaklıklarını titizce anlattı.
Tüm bunların üzerine Ermeni Patrik Vekilinin de “Emperyalist Yalan” çıkışı, hak verirsiniz ki düşündürüyor. Fail ve mefulün inkârına tahammül edemezken, kurbanın kendisini korumak adına aynı inkârı sahiplenmesi, herkesin muktedir dili ile konuşması insanı çok korkutuyor…
Agos