01 Haziran 2016
Avukat Setrak Davuthan, cemaat vakıflarının yaşadığı seçim karmaşasının son bulması için yayınlanması düşünülen yasa hakkındaki yazılarına bu sayıda da devam ediyor. Davuthan, bu yazısında yasanın sahip olması gereken kriterlere değinirken, vakıfların daha şeffaf, birlikte hareket edebilen ve denetlenebilir bir yapıya kavuşması için oluşturulmak istenen ‘üst kurul’un aslında yasal bir hak olduğunu söylüyor.
1. Yürürlükteki Vakıflar Yasası’nda Cemaat Vakıfları olarak nitelendirilen kurumlara uygulanan hükümlerin veya adı geçen kurumların yeniden düzenlenmesine hizmet edeceği dillendirilen yasanın, öncelikle hukuk devletinin olmazsa olmazı ‘eşitlik kriteri’ni bünyesinde bulundurması ve insan hakları standartlarına uygun olması gerekmektedir. Her iki halde de yasal normların Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nce benimsenen yasallık, meşruiyet, öngörülebilirlik, belirginlik, kabul edilebilirlik kriterleriyle birebir örtüşmesi gerekmektedir.
2. Demokratik toplumun temel ilkelerinden biri olan hukukun üstünlüğü prensibi, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi hükümlerinin tamamının özünde bulunduğuna göre, yasallık ilkesini iç hukukun yeterince erişilebilir, açık seçik ve önceden öngörülebilir ve kabul edilebilir normlar manzumesi şeklinde tarif etmek mümkündür.
Yasal dayanak, önceden kestirilebilirlik, kabul edilebilirlik ve belirginlik kriterlerine uygun olmalıdır. Yasal bir dayanağın, yasal bir dayanak olarak varlığı, yasallık ilkesini yerine getirmeye yetmemektedir. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, yasanın niteliği konusuna eğilmeyi faydalı görmektedir.
Cemaat vakfı ve mensubu bulundukları inanç grupları ‘hukuki güven’ içinde varlıklarını sürdürmelidirler. Cemaat vakıfları güven ortamında haklarında sadır olan işlemleri ‘makul’ bir şekilde öngörmeli veya ‘öngörebilmeli’dirler.
3. Cemaat vakıflarının gereksinimlerinin karşılanması ve insan hakları standartlarına uygun bir şekilde varlıklarını sürdürebilmeleri için yapılması gereken diğer bir husus, Anayasamızın 90/son hükmü ışığında temel hak ve özgürlüklerden olan ve md. 33/son fıkrada düzenlenen örgütlenme özgürlüğünün, usulüne göre onaylanarak yürürlükte olan uluslararası sözleşmelere, örneğin öncelikle 343 sayılı Kanunla onaylanan Lozan Antlaşması’nın 40. maddesinin ve ayrıca Avrupa İnsan Hakları ve Ana Hürriyetlerini Koruma Sözleşmesi’nin 11. maddesinin muhakkak uygulanmasıdır.
4. Mevcut yasaların veya yeniden hazırlanıp yürürlüğe girecek olan yasaların, anayasamızın 10. maddesiyle korunan mutlak eşitlik ‘Iustita Comutativa’ ilkesinin çiğnenmemesi gerekir. Eşdeğer kurumlar arasında ayrımcılık esasına dayanan düzenlemelerden kaçınılması gerekir.
Anayasasının kanun önünde eşitlik başlığını taşıyan 10. maddenin 1. Fıkrası “Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir”; 4. fıkrası ise “Hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz. Bütün devlet organlı ve idare makamları, bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorunadır” der.
5. Anayasanın bu açık ve seçik buyruğuna rağmen yasalarda, vakıflar arasında ayrımcılık yapan ve eşitlik ilkesini çiğneyen hükümler bulunmaktadır. Bir örnek verilmek gerekirse; Vakıflar Yasası’nın 25. madde hükmünü bahse konu yapmakta yarar görüyorum. ‘Uluslararası Faaliyet’ başlığı altında şöyle diyor 25/1. Madde:
“Vakıflar; vakıf senetlerinde yer almak kaydıyla, amaç veya faaliyetleri doğrultusunda uluslararası faaliyet ve işbirliğinde bulunabilirler, yurt dışında şube ve temsilcilik açabilirler, üst kuruluşlar kurabilirler ve yurtdışında kurulmuş kuruluşlara üye olabilirler.”
Bu maddeden de anlaşılabileceği gibi cemaat vakıflarına amaçları doğrultusunda dahi uluslararası faaliyet ve işbirliğinde bulunmak, yurt dışında şube ve temsilcilik açmak, üst kuruluş kurmak ve yurtdışında kurulmuş kuruluşlara üye olmak hakkı maalesef tanınmamıştır. Bu hak, sadece vakfiyelerinde, yani kuruluş senetlerinde yer almak koşuluyla, diğer vakıflara tanınmıştır. Cemaat vakıflarının ise vakıf senedi olmadığından veya kanuna ek yapmak suretiyle haksız ve adil olmayan bir uygulama başlatan ve 1936 Beyannamesi’ni bir kuruluş senedi sayan yüksek yargı kararı doğrultusunda, adı geçen beyannamede yazılı olmadığı için böyle bir imkândan yararlanmaları mümkün değildir.
Halbuki yürürlükteki anayasamızın 90/ son maddesi, “Usulüne göre yürürlüğe konulmuş milletlerarası antlaşmalar kanun hükmündedir. Bunlar hakkında anayasaya aykırılık iddiası ile Anayasa Mahkemesi’ne başvurulamaz. Usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası antlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası antlaşma hükümleri esas alınır” şeklinde emredici hükmü vaz etmiş bulunmaktadır.
Vakıflar Yasası’nın 25. madde hükmü, anayasamızın 90/son maddesi hükmüyle çatışmaktadır. Kanun kurulamaz diyor, anayasa aksini söylüyor... Ne yapsın şimdi cemaat vakfı? Uluslararası işbirliği yapmaya veya üst kuruluş kurmaya kalkışırsa, Vakıflar İdaresi yasanın 10. maddesine dayanarak organ üyelerinin görevden alınması için yargıya başvuracaktır. Artık bu insanları yine yargı önüne çıkartmak ve uzun yıllar sıkıntı çekmelerine sebebiyet vermek zorluk değil midir? Bu mevzuatın, inanç grubuna reva görülecek bir uygulamaya dayanak teşkil etmesi bir insan hakkı ihlali değil midir?
Cemaat vakıflarının ise vakfiyesi, yani kuruluş senetleri yoktur, olamaz. Zira cemaat vakıfları daha önce yayınlanan yazılarımda da açıklamaya çalıştığım gibi, vakıf olarak kurulmamış, ancak 2762 sayılı Vakıflar Yasası’yla vakıf olarak tavsif edilmiş, tanınmış ve vakıf kütüğüne tescil edilmişlerdir.
Cemaat vakfının uluslararası işbirliğine girebilmesine engel olmak, bu vakıflara ve mensuplarına diğer bir ifadeyle inanç gruplarına karşı yerleşmiş olan ve onları potansiyel tehlike olarak görme alışkanlığının devleti henüz terk etmediğini göstermektedir.
Ve daha önemlisi cemaat vakıflarının bu madde nedeniyle üst birlik kurmalarına engel olunması da yine paranoyanın devamı mahiyetindedir.
Üst birlik kurulmasının kuruluş senedinde yazılma koşulunu arayan madde, hükmü ayrımcılığın bir tezahürüdür. Eşitlik ilkesine aykırıdır.
Her ne kadar 1936 Beyannamesi’ne atfedilen anlam ve uygulama Avrupa uyum yasalarıyla kuvvetten düştüyse de kuruluş senedi olma yolundaki ruhu, 5737 sayılı Vakıflar Kanunu’nda kol gezmekte ve varlığını kısmen sürdürmektedir.
Sonuç olarak mevcut yasada yukarıda açıklamaya çalıştığımız ilkelere aykırılıkların ayıklanması veya yeni hazırlanacak yasanın adı geçen ilkelere uygun hükümleri içermesi gerekmektedir.
Agos