09 Mayıs 2016
Değerli Dostlar,
Bu konuşmamda Küçük Asya Hıristiyan halklarının son iki yüzyıllık süre içinde uygar dünyanın gözleri önünde tüketilmesi ve tarihsel topraklarından kazınması ile ilgili "1915 Soykırımı Sürüyor: Küçük Asya Hıristiyanlarının 100 yıllık yalnızlığı" başlıklı çok hoş olmayan bir sunum yapacağım.
1815 Viyana kongresiyle Osmanlı Hıristiyanlarının korunması, İlk kez "uluslararası" boyut almıştır. Buna rağmen ardından gelen 100 yılda, tarihte eşine az rastlanır bir kararlılık içinde, katledilen Hıristiyan sayısı 3 milyonu aşar. Bu süreçte 1862 Zeytun Direnişi hariç Batı susar. Bu dönemde Pontos ve Batı Ermenistan`da bir yandan İslamlaşma hızlanırken , diğer yandan Rusya`ya göç söz konusudur. Devamlı bir kan kaybı...
Batı Ermenistan 1827`den itibaren Osmanlı-Rus savaş bölgesidir. Savaşın lojistiğini de Pontos bölgesi karşılamaktadır. Pontos`un Hıristiyan halkı, kadınlı- erkekli yük hayvanı olarak kullanılması yanında, dağlardaki kaçak Osmanlı askerlerinin tecavüz nesnesidirler.
Dönemin süper gücü İngiltere ise, sadece Rusya`nın bölgedeki nüfuzundan endişelidir, Hıristiyanların geleceğinden değil. İngiltere`de, eğer Rusya engellenemezse, Rusya`nın bölgeye nüfuzunu önleyecek bir tampon devlet düşüncesi egemendir. Bu tampon devleti, 20. yüzyılın başında Türkiye "Cumhuriyeti" (T."C".) olarak şekillendirecektir.
T."C".`nin kurucu antlaşması Lozan`la, Soykırım suçluları affedilirken, Küçük Asya Hıristiyanlarının Büyük bölümü mübadele adı altında, tarihsel topraklarından kovulur. Kalan Hıristiyanların (Elen, Ermeni, Asuri,... ) rehine statüsü, uluslararası antlaşma ile tescillenir. İlk yüz yıllık süreçte (1815-1915) Batı yada Hıristiyan dünyanın gözü önündeki pogromlarda, etnik temizliklerde ve soykırımlarda katledilen Hıristiyanlar büyük bir liste oluşturmaktadır.
Batı`nın suskunluğu anlamak zordur. Batı`nın insani değerlerinin Küçük Asya`daki taşıyıcısı, bu kadim Hıristiyan topluluklarıdır. Batının kendini akladığı Dreyfus Davasının savunmanlarından birinin, 1915 Soykırımında katledilen Osmanlı parlamentosunun Ermeni Üyesi Krikor Zohrab olduğu unutulmaktadır. Krikor Zohrab aynı zamanda bizim Dreyfus`umuzdur.
Osmanlı İmparatorluğu ve T."C". nin genetik yapısı evrensel hukuka uyum sağlamasına engeldir. Her reform sözünün ardından bir katliam gelir. İslam ve Kemalizm dönüşüm yeteneği olmayan siyasi ideolojilerdir. Türkiye`de gerçekleşen bir takım "değişiklikler"in dönüşüm olarak anlaşılması çok büyük bir hatadır. Bu "değişiklilikler", lampedusa`nın "hiçbir şeyin değişmemesini istiyorsan herşeyi değiştir!" ilkesine denk gelir.Sultan Hamid`in ümmet tarifi ve Hıristiyanları dışlayan Birlik ve Selamet Projesi ile , Hıristiyanlar için selamet sonsuza kadar ortadan kaldırılmıştır. Hamid`in Birlik ve Selamet Projesi bir devlet projesidir. Her dönem daha da geliştirilen proje, Birlik ve Huzur adı altında günümüze uzanır.
Hamid dönemi, dışlama projesinin geliştirilmesi hem de sistematik uygulanmasının başlangıcı olarak kritik öneme haizdir. 1894-96 Ermeni Katliamları bir yok etme provasıdır. Minarelerden çalınan borazan ile aynı anda başlayıp, aynı anda biten bu prova ile Ermeni erkek nüfus hedef alınmış, kadınlar ve çocuklar Müslümanlaştırılmış ve Ermeni mülklerine el konulmuştur. Katliamlarda sadece Ermeni nüfus hedef alınmamış, uygulama diğer Hıristiyanları da kapsamıştır. Örnek olsun:
Mardin/Kızıltepe`deki Ortodoks Elen Pakoz Köyü sakinleri, rahipleri ile birlikte İslamiyet`e geçmek zorunda bırakılmıştır.
1894-96 Katliamları ile ilgili olarak Batı dünyası bir rapor hazırlamışsa da bunun gereklerini yerine getirmemiştir. İstanbul`da görevli altı Büyükelçiliğin ortak hazırladığı Charmetant Raporu`nu unutmayı tercih etmiştir.
1909 Kilikya Katliamları İttihat ve Terakki döneminin provasıdır. Parti-Müslüman halk- askeri birlik işbirliğinin örneğidir. Katliam sırasında Büyük devletlerin donanmaları Mersin`dedir. Kilikya katliamlarında da sadece Ermeniler hedef alınmamış, katliamlar sırasında Elenler ve Asuriler de can kayıplarına uğramışlardır. Kurbanlar ve yaralılar arasında Batı ülke yurttaşları da vardır. Batı`nın bu kayıplarına karşı da sessiz kalması anlamlı bir soru işaretidir.
Aslında Hıristiyan bir guruba yapılan muamelenin izdüşümünün diğer gruplara yansıması da sistemin bir parçasıdır. 1964 yılında İstanbul doğumlu Elenlerin kovulması, Anadolu`da kalan Ermeni ve Süryanilere Müslümanlaştırma olarak yansımıştır.
İttihat ve Terakki Cemiyeti`nin (İTC) gizli ajandasında etnik temizlik ve nüfusu homojenleştirmenin olduğunu biliyoruz. 1908 öncesinde Balkanlardaki pratikleriyle, etnik temizlik konusunda uzmanlaştılar. Soykırım kadroları da, 1913-14 yıllarında Elenler üzerinde, Ege ve Trakya`da İTC`nin koordineli, etnik temizlik, öldürme olaylarında staj yaptılar. Bu kadrolar, Ermenileri ve Asurileri hedef alan 1915 Soykırımının asli failleriydiler. Bu Soykırım failleri, 1919-23 döneminde de, Pontos soykırımının da asli failleri olarak karşımıza çıkarlar. Bunların T."C".`nin kuruluşunda aldıkları roller de ilginçtir. Büyük çoğunluğu parlamentoda, adalet mekanizmasında ve üst düzey bürokraside görevlendirilmişlerdir. Bir kısmı da yok ettikleri Hıristiyan ticaret ve sanayi burjuvazisinin yerini alarak, Müslüman ticaret ve sanayi burjuvazisine dönüşür. Gasp edilenden yastık altına konanlar ise, Özal döneminden cesaret alarak, yatırıma dönüşmüş günümüzde İslami sermayenin temelini teşkil etmiştir. 1915 Soykırımı ile, Tarihi Ermenistan`ın ve Batı Pontos`un sakinleri, İTC öncülüğü, Almanya`nın kolaylaştırıcılığı ve Batının sessizliği eşliğinde, donuna varıncaya kadar soyularak ölüm yolculuğunda yok edildi. Batı Ermenistan Türkler ve Kürtlerle kolonize edilmesi ile sonuçlandı. Pontos`un tamamen Kolonizasyonu Kemalistlere kalmıştır.
Balkan Savaşı sonrası ile Savaş öncesinde (1913-14) Ege ve Trakya`da Elenler üzerinde sürdürülen dehşet, cinayetler, el koymalar ve sürgünler eşliğinde gerçekleşir. Bu suçları, dönemin uygulayıcıları bir kahramanlık olarak naklederler. Bu "kahramanlara" göre, 150 bin ile 1 milyon arasında değişen rakamlar verilen Elen halkı tarihsel topraklarından kazınmıştır. Bu kahramanlar T. "C".nin en üst görevlerine yükseltilirler. Ege ve Trakya`da Elenlere yönelik uygulamalar. T."C". 3. cumhurbaşkanı Bayar, CHP Genel Sekreteri Hilmi Uran, Teşkilat-ı Mahsusa şefi Kuşçubaşı Esref, Şark İstiklal Mahkemesi Başkanı Hacım Muhittim Çarıklı ayrıntılı olarak naklederler. 1. Savaş döneminde Elenler, Almanya`nın isteği ile Ege, Marmara, Nikomedia, Pisidia`dan sürgün edilirler.[1] Savaş döneminde sürgün edilme ölüm yollarına düşürülmeyle eşdeğer olduğu kuşkusuzdur. Üstelik bunların geri dönmeleri düşünülmemiş, mülkleri aynı zamanda Müslümanlara dağıtılmıştır.
1913-23 döneminde on yıllık savaş döneminin karanlık ikliminden faydalanılarak, etnik temizlikten soykırıma ve kovulmaya uzanan uygulamalar sonucu toplam Osmanlı nüfusunun %20 - 25`ine dek gelen 4 milyonluk nüfus, Soykırımla ata topraklarında yok edilmiştir. Yok edilen unsurlar, imparatorluğun en gelişmiş ve en zengin unsurlarıydı ve bu süreçte, en az %30-35`lik zenginliğe denk gelen sermayenin el değiştirdi.
1913-14 yıllarında Elenlerin kayıpları 5 milyar Fransız Frankı`na denk gelir. Ermenilerin Kaybı, 19.4 milyar Fransız Frankıdır. Kayıplar çok büyük bir rakamdır ve Soykırımının inkarının en büyük unsurlarından biridir. T."C".nin kuruluşunu dayandırdığı Milli Mücadele adı altındaki Ermenilere, Elenlere ve Pontos`ta Rumlara karşı verilen iç savaşın gerekçelerinden biri de el konulan değerlerin sahiplerince geri alınma korkusudur.
On yıllık Soykırım süreci, Hıristiyanlar için kan gözyaşı ve ölüm iken, Müslümanlar için ise rüyalarında görmeyecekleri bir fırsata dönüştürülmüş ve Soykırım kitleselleşmiştir. Bu nedenle 1915 Soykırımında kolektif sorumluluk söz konusudur.
On yıllık süreçteki uygulamalar, Birleşmiş Milletler`in Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması sözleşmesinin 2. maddesinde sayılan şartlara uygundur.
Batı uygarlığının bütün bunlara duyarsız kalmış olması, Soykırım sonrası 100 yıllık dönemin uygulamalarını cesaretlendirmiş, yeni katliamların kapısını sonuna kadar açmıştır. Eğer Batı uygarlığı 25 Mayıs 1915 günü verdiği sözü yerine getirseydi Soykırım suçluları cezalandırılacak, insanlığa karşı işlenen suçlar cezasız kalmayacaktı. Malta`nın bir Nürenberg olamaması Holokost`u cesaretlendirmiştir.
Mütareke sonrası basın, 1915 Soykırımı ile ilgili önemli tanıklıklar içerir. Meclis tartışmalarında da İttihat ve Terakki Cemiyetinin insanlığa karşı işlediği suçlar sıralanır. 1920`li yılların ortalarından itibaren Türk gazeteleri Soykırımın bir çok ipuçlarını vermektedir. Bu dönemde el konulmanın meşrulaştırılması ve Soykırım sürecinin sonuçlarını izleyebiliriz. Soykırımda el konulan malların satışları 1920 ortalarında başlar. Bu malların satış ilanlarında geçen mübadil olmayan ibaresi, on yıllık süreçte kaybedilen, öldürülen, zorla göç ettirilen... Hıristiyanları işaret etmektedir.
İttihat ve Terakki yönetimi Soykırımın başında yayınladığı genelge ile cinayetleri yasallaştırarak cazipleştirdiğini söyleyebiliriz: Müslümanlaştırılan çocukların ve Müslümanlaştırılarak hareme katılan Hıristiyan kadınların mirasının da elde edilmesine yasal imkan sağlanması, Soykırımın yaygınlaştırılmasını ve kolaylaştırmasını sağlamıştır. Zengin kadınların bulunduğu sürgün konvoylarının izlenmesi ve kadın ve çocuklarının kaçırılması bu ailelerin mülklerine el koyma isteğinin bir sonucudur. El konularak Müslümanlaştırılan yetimler için aileye maaş bağlanması da soykırımın açık yüzüdür. 1927 Nüfus Sayımı sonuçları el konulan kadın ve çocuklar hakkında sınırlı da olsa bir ip ucu ve bir fikir vermektedir.
Ermeni Soykırımında "kurtarıcılar" faize yatırılmış para gibidir. 100 yıl sonra torunlar nemalanıyor. Bu konu üzerinde konuşurken son derece dikkatli olmak gerekir.
Burada bir parantez açarak, 1915 Soykırımı ile Holokaust arasındaki farka değinmek gerekir: Yahudi kanı ari ırkı bozar diye batılılar hiç bir zaman Yahudi kadın ve çocuklara el sürmediler. Oysa Müslümanlar için 7. Yüzyıldan itibaren Hıristiyan kadın ve çocukların fethedilerek Müslümanlaştırılması hayati önem taşır. Özellikle Küçük Asya`nın Elen, Ermeni ve Pontos Rum`u halkının gen havuzu Osmanlı ve Türkler için çok önemlidir. Cemal Paşa`nın Ayn-Tura Yetimhanesi ve Suriye`deki uygulamaları ile T."C".nin Kurucu kadrolarından Karabekir`in Gürbüzleri, Ermeni gen havuzuna el konmanın özgün örneklerindendir. Bu bakımdan 1915 Soykırımını, Holokaust gibi sadece can kayıpları ve maddi kayıplar olarak tanımlayamayız. 1915 Soykırımı, Küçük Asya Elenlerinin, Kilikya ve Batı Ermenistan`ın Ermenilerinin, Mezopotamya Asurilerinin, Pontos Rumlarının Müslümanlaştırılarak ruhlarının çalınmasının da bir aracı olmuştur.
Soykırımdan kurtularak Fransa`ya gidebilen Ermeniler Holokaust sırasında da soykırım tehlikesi ile karşı karşıya kalmıştır. Naziler tarafından Ermenilerinde kafatasları ölçülmüş, ari ırktan olmadığı söylenmiştir. Bu yanlıştan çabuk dönülmüşse de, savaş dönemi Ermeniler korku dolu günler demektir.
Soykırımdan tesadüfen sağ kalanlara Batı`nın kucak açması da, insani duyguların ötesinde ucuz ve güvensiz işgücü ihtiyacı ağır basmaktadır. Nar tanesi gibi dünyanın dört tarafına dağılan bu kurbanlar, batı kapitalizminin gelişiminde önemli etken olduğunu söyleyebiliriz.
Soykırım sonrasındaki yüzyıllık süreçte de Hıristiyanların durumunda bir değişim yaşanmamıştır. Soykırım sonrası yüzyılda (1915-2015) Pontos soykırıma uğratılmış, Ege, Trakya, Kapadokya, Antiocheia, Pidisia, Nikomedia mübadele adı altında Elenlerin kovulması gerçekleştirilerek kolonileştirilmiştir. Süreçte Kilikya`nın ve Pontos`un Kolonizasyonu da tamamlanmıştır.
Pontos`taki soykırımın aktörü ve M. Kemal`in muhafız alayı komutanı, milis yarbayı rütbeli Topal Osman Ağa`nın biyografisinin yazarının; "[Pontoslu] Çetecileri [gerillaları] gemi kazanlarında cayır cayır yaktırdığını hala yöredeki halk anlatıp duruyor." sözleriyle soykırımı, Pontos Rumu`nun akıbetini özetler. Özellikle Pontos`ta topyekün bir direniş söz konusu olduğundan çeteciyi/gerillayı halk olarak düşünmek gerekir.
İkinci yüzyılda, Müslüman olmayanlar üzerinde, önceki tecrübelerinden süzülen, rafine bir etnik temizlik süreci ve pogromları yürürlüktedir. Hıristiyanların tarihsel topraklarından kazınma ve kovulma süreci günümüze kadar büyük bir hız ve kararlılıkla sürer.
Lozan ile rehine statüsü tescillenen Hıristiyanlar, Batı ile bir pazarlığın nesnesidirler. Yaratılan her suni kriz ve ayrımcı uygulamalar T."C".`indeki Hıristiyanların durumlarının daha da kötüleşmekte ve Hıristiyanların "gönüllü" zorunlu göçleriyle sonuçlanmaktadır.
Son yüzyıllık süreci kısaca özetlersek: Savaş sonrası Mütareke döneminde, ölüm yolculuğundan bir şekilde hayatta kalanların geri dönüşleri, son derece ağır koşullara bağlanmıştır. Kaldı ki, Kemalistler kontrol ettikleri bölgelerde geçerli -Tarihi Ermenistan ve Pontos- ilk kararlarıyla, Ermenilerin dolaşımını yasaklayarak, geri dönüşlerini ve kaybettiklerini geri almaları önlenmiştir. Daha sonra bu yasak tüm Hıristiyanlara uygulanır. Günümüzde uygulanmamakla beraber, bu yasak halen geçerlidir. Kemalist rejimin 100 yıllık uygulamaları hak ihlalleri ve insanlığa karşı işlenen suçlarla doludur. Her bir uygulama Hıristiyanların yurtlarından kaçış nedenidir.
Uygulamaları kısaca; işlerinin elinden alınması, çalışmalarının yasaklanması ile işsiz bırakma. Mülkleri ya çıplak zor yada çeşitli yollarla elinden alınması ile mülksüzleştirme.Ölümlerin eşlik ettiği pogrom ve kovulma olarak özetleyebiliriz:
Kemalistler, geri dönüşü olmayan pasaport uygulaması ile kovulmaların "gönüllü çıkış" olarak anlaşılmasını sağlamıştır. Elinde pasaportu olan Türkiyeli Ermenilerin serbestçe yurduna dönüşü de engellenmiştir.
Küçük Asya Hıristiyanlarının izlerinin silinmesi Kemalist rejimin en başta gelen öncelikleri arasındadır. İzlerin silinmesine Hıristiyan mezarlıklarından başlanır. Mezarlıklar hayvan pazarı yapılmak üzere yerel belediyelere devredilir. Mezar taşları inşaat malzemesi olarak kullanılacaktır. Malatya Atatürk Müzesi, Ermeni Mezarlığından alınan taşlarla inşa edilmiştir.
Kemalist dönemde, yurduna turist olarak gelen Ermenilerden, Türkiye`den herhangi bir talebinin olmayacağına dair bir taahhütname istenerek giriş vizesi verilmektedir.
1929`da başlayan bir dehşet süreci sonunda, Anadolu`daki Hıristiyanların tamamına yakını Suriye`ye sürülmüş, kalanı İstanbul`a toplanmıştır.
1934 Trakya olayları denilen pogromla bir hafta içinde Trakya ve Çanakkale bölgesindeki binlerce Yahudi her şeyleri ellerinden alınarak yerlerinden edilmiştir.
1941 Mayıs`ında Müslüman olmayan erkekler hiçbir ayırım yapılmadan 18 ay askerlik adı altında çalışma kamplarına toplanmıştır. Kampta sahte infazlar dahil türlü eziyet ve işkence uygulanmıştır. Bu yöntemle iş sahibi insanlar savaş döneminde işlerinden uzaklaştırılmış, aileleri yokluk koşullarına terk edilmiştir.
1942 yılı kasımında Varlık Vergisi adı altında Gayrimüslimler üzerinde yasal bir soygun gerçekleştirilerek, gayrimüslimlerin mülksüzleştirilmesi sağlanmıştır. Varlıkların çok üstündeki Vergi adı altındaki bu haracı ödeyemeyenler toplama kamplarına sevk edilmişledir.
6 ve 7 Eylül 1955 günlerinde ise, Batı`nın gözü önünde, özellikle Elenler başta olmak üzere Gayrimüslimler üzerinde büyük bir pogrom uygulanmıştır. O gün Uluslararası Para Fonu, Dünya Ticaret Kongresi ve Uluslararası Mukayeseli Hukuk İlimleri Kongresi İstanbul`da yapılmaktaydı. Batı, Nato`nun Güneydoğu kanadının selameti için 6/7 eylül 1955 pogromu`nu görmezden geldi. O tarihten sonra Nato`nun güneydoğu kanadı Türkiye`dir. Türk basınına göre ölü sayısı 11, Helsinki Watch`a göre 15`tir. İstanbul Rum Cemiyeti, can kaybını 37, 30 yaralı ve 300`ü aşkın tecavüz olayını bildirir.
1964 yılında yine Kıbrıs bahane edilerek, İstanbul doğumlu Elenler, 20 dolar para ve 20 kilo eşya dışında her türlü birikimlerine el konularak, genç yaşlı hasta ayırımı yapılmadan sınır dışı edilmişlerdir. 1964 yılında Anayasa Mahkemesinin verdiği bir kararla Hıristiyanların mal edinme ve miras hakkını istisnai bir durum haline sokmuştur.
1974 Kıbrıs işgali sırasında Kıbrıs Cumhurbaşkanı Makarios`un maketleri Ya Bedros`un karısı, Ya kıbrıs`ın yarısı! Ya Butros`un karısı, ya Kıbrıs`ın yarısı! bağrışmalarıyla dolaştırıldıktan sonra, Makarios maketine temsili idam seansları düzenlenmiştir. Hıristiyanlara baskı bazen o kadar dehşet verici hal almaktadır ki, Artin Penik baskıya dayanamayarak kendini ateşe vermiştir. Baskının şiddeti dışarıda olsun içeride olsun fark etmemektedir; cinayet suçundan tutuklanan İzak Benlioğlu cezaevinde Müslümanlığa döndürülerek sünnet edilmiştir.
Mübadele ile Batı Trakya`da kalan Müslümanlar aynı sayıyı muhafaza ederken İstanbul, İmbroz ve Bozcaada Elenlerinin iki binler düzeyine düşürülerek topraklarından kazınması, Küçük Asya`da kalan Elenlere yapılan baskı ve şiddetin ifadesidir.
Günümüzde durumun düzeldiğini söyleyemeyiz. Hıristiyanlar korumasızdır. Üzerlerinde, yaşam hakkı dahil her türlü tasarrufta bulunabilirsiniz. Maruz kaldıkları hakaret, aşağılama, nefret söylemi... ifade özgürlüğüne girer.
Ermeni gazeteci Hrant Dink devletin gözetimi ve kolaylaştırıcılığında öldürülmüş, failler ödüllendirilmiştir.
Samsun ve İzmir`de Hıristiyan rahipler ağır yalanmış, Trabzon ve İskenderun`da ise katledilmişlerdir.
Malatya`da biri Alman uyruklu olmak üzere 4 Protestan boğazı kesilerek katledilmiş, suçüstü yakalanan failler serbest bırakılmıtır.
Er Sevak Balıkçı nöbet yerinde katledilmiş, zanlı yine serbest bırakılmıştır.
Korumasızlık risk altında yaşamak demektir. Bu korumasızlık sonucu hayatını kaybeden Maritsa Küçük ve Hagop Demirci cinayetleri ilk anda aklımıza gelenlerdir.
Laiklik iddiasındaki devletin kontrolündeki bir gazete, Muhalefet partisi sözcüsünün ailesinin Hıristiyanlığını nefret söylemiyle açıklamaktan çekinmez.
Yazar Sevan Nişanyan, izinsiz inşaat yapma gerekçesiyle 20 yıl hapis ile cezalandırılmıştır. Aslında Nişanyan`ın suçu rejimi eleştiren, Yanlış Cumhuriyet adlı kitabı ile, Nefret Suçlarıyla Nasıl Mücadele Etmeli başlıklı yazısındaki 2,5 satırlık Muhammed eleştirisidir. Sevan Nişanyan 2,5 yıllık cezaevi süresinde bir çok hücre cezası verilmiş, tecrit uygulanmış, ağırlaştırılmış müebbet cezası almış cinayet hükümlüleriyle birlikte kapatılmış, sürgünlere gönderilmiş, kışın soğuk beton üzerinde yatırılmıştır. Bugün 5. yüksek güvenlikli cezaevinde kapalı haldedir. Sevan, 24 nisan 1915`te Soykırımın başlangıcında belirsizlik yolculuğunun ilk durağı, Ayaş, Çankırı,... cezaevlerine gönderilen 235 Ermeni aydından farksızdır.
Müsaade ederseniz günümüzden bir kaç örnek vererek bitiriyorum; Süryanilere ait mor Gabriel Manastırı toprakları iktidardaki partinin destekçisi olan silahli Kürtlerin, Mor Evgin Manastırı arazileri muhalefetteki Kürtlerin işgali altındadır.
Süryani Şemun Akcan`ın arazileri muhalefetteki Kürtlerin işgalindedir. Şemun Akcan`ın hukuk mücadelesi 50 yıldır devam etmektedir. Akcan`ın 2 dayısı bu topraklar üzerinde katledilmiştir.
Ermeni Arşak Bağdasaryan`ın El konulan topraklarını geri alma mücadelesi de oğlu Orhan`ın Viranşehir ortasında katledilmesiyle noktalanmıştır.
Konuyu Elen Mavridis ailesinin trajik hikayesi ile noktalayayım; Türkiyenin en büyük şirketlerinden biri olan Mavridis kardeşlerin şirketine, Türkiyenin en büyük sermaye grubu tarafından sahte belgeler ile el konmuştur. El konma ve Mavridis`in katledilmesi Milli İstihbarat Teşkilatının raporlarında ayrıntılı olarak anlatılmaktadır. Olayın bir gazeteci tarafından gündeme getirilmesinin ardından, el koymada kolaylık sağlayan emniyet müdürü, (sonradan olağanüstü hal bölge valisi) evinde ölü bulunmuştur. Konu ile 2 yazı yazan Gazeteci ise şu anda bir başka "suç"tan cezaevindedir. Şirketin genel müdürü Atina`da yaşamaktadır. Kendisiyle görüşme isteğimi kabul etmemiştir.
Bugün ne yapılabiliriz? konusuna gelirsek, insanlığın ulaştığı değerlere ve kazanımlara bakarak, Soykırım kurbanlarının her bir kategorisi için, hala bir şeylerin yapılabileceğine inanıyorum.
Kızıl Sultan Hamid`in yeğeni Prens Sabahaddin`in yüz yıl öncesindeki, "Biz ancak ecnebi devletlerden çekinerek, bizimle beraber yaşayan Hıristiyanları muhafaza edebildik. Ecnebi devletlerden korkmasaydık bütün Hıristiyanları, bilhassa Ermenileri, tek bir kişi bırakmayıncaya kadar katlederdik..." sözleri günümüzde de geçerlidir.
Osmanlı Coğrafyasında insanlığa karşı işlenen suçların Soykırıma evrilerek, sonuçlarının günümüze uzanmasında, yani Küçük Asya Hıristiyanlarının yüz yıllık yalnızlığında, Batı`nın sorumluluğu göz ardı edilemez. Bu günkü çözümsüzlüğün sürmesinde "Soykırımı kabul edip gereğinin yerine getirilmesini istersek Türkleri üzeriz" düşüncesi kabul edilemez. Kadim halkların tarihsel topraklarından kazınmasına karşı, insanlığın sessiz kalması da insanlığın ulaştığı değerler açısından utanç vericidir. Bu durum, insanlığın açık bir ayıbı olarak kabul edilmelidir. Bu durum, hiçbir şekilde pazarlık malzemesi yapılamayacak olan, insan onurunun hiçe sayılması, insanlığa karşı suçun/ soykırımın gizlenmesi ve soykırıma karşı sessiz kalınmasıdır.
Dayanışma çok önemlidir. Biz batıdan sadece retoriğini pratiğe geçirmesini istiyoruz. Batının değerlerini hatırlaması yeterlidir. Batı`nın retoriği ile pratiği asasındaki farklılığın giderilmesinin sihirli değnek olduğunu söyleyebiliriz.
Batı, bu coğrafyada insanlığa karşı işlenen her suçun sonunda, suçlunun tehdidine boyun eğmektedir. Araştırmacılar, tarihi bir gerçek olarak, Türkiye`nin Batıdan aldığı her ciddi ekonomik yardımın ardından bir "iç temizliğin" geleceğinin, altını çizerler. Biz buna her reform sözünün ardından bir katliam geldiğini ekleyelim. Bu yüzden reform sözcüğünü sevmeyiz.
Batı ile ilgili söyleyeceğimiz önemli bir nokta da, Suriye`nin baş başa kaldığı dehşete karşı suskun hatta teşvik edici tavrının sonuçlarıdır. Kessab, Malula, Xabur, Ninova, Sincar... da olanlar ve Suriye`nin parçalanması, soykırımın günümüze uzanan bir başka yüzüdür. Türkiye`nin, Soykırımı yeniden sınır ötesine taşımasına olanak sağlamaktır. İslam Devletine (İD) göz yumma ve yardım, Yakın doğuda Hıristiyanların, Ezidilerin, Müslüman olmayan arkaik inanç sahiplerinin geleceklerini karartıyor. Bunların baş başa kaldıkları uygulamalar BM Soykırım Sözleşmesinde söz edilen şartlara bire bir uymaktadır.
Tazmin ve telafiden önce yapılabilecek birçok şey vardır:
-Özür, soykırım suçunun kabulü, utançtan kurtulma ve restorasyonun en önemli ayaklarından biri de Soykırımdaki kolektif sorumluluğun kabul edilmesidir. Bu bakımdan aileden kişilerin 1915 soykırım sürecine dahlinin deşifre edilmesi son derece önemlidir. Kolektif sorumluluğun bir parçası olarak herkes kendine sormalı; Dedem 1915`te ne yapıyordu?
- Soykırımdaki kolektif sorumluluk gereği, özrün herkesin üstünde bir borç olarak durduğu Akılda tutularak;
-Devletin öncülüğünde bir özrün ifade edilmesi ve kurbanların anısına Bir daha asla anıtı yapılması. -Soykırımla anılan kişilerin isimleri okul, cadde, sokak... gibi kamu alanlarından isimlerinin silinmesi. -Sembolik binaların, Kasapyan`ın mülkü olan günümüz Başbakanlık Köşkü, Kabayannis`in mülkü Trabzon Atatürk Köşkü, Spartaliyan`ın mülkü olan Şişli`deki Atatürk müzesi, Hancıyan`ın mülkü olan TBMM binası arazisi, Atatürk Orman Çiftliğine katılan, Ankara Elenlerinden Karasuli ve Şişmanoğlu`nun mülkleri ve Pontos soykırımının asli faili Topal Osman`a tahsis edilen Papazın Bağının mirasçılarının tesbit edilerek iade yollarının aranması,...
-Siyasi partiler, ellerinde soykırımdan edinilmiş varlık bulunan yöneticilerinin, bu varlıkları mirasçılarına iade etme koşulları aramalarını temenni ettiklerini açıklayabilirler. En başta özgürlük ve sosyalizm iddialı partiler bu temenniyi dile getirmeliler.
- Kişilere gelince; entelektüellerin bu konuda öncülük yapması önerilir.
-Gayri mübadil malların ne şekilde emval-i metruke olarak kabul edildiği açıklanmalıdır.
- El konularak Müslümanlaştırılan kadın ve çocukların tespiti ve açıklaması
- İnsanların isteği dışında yapılmış nüfus mübadelesinden dolayı anlaşmaya taraf olan devletlerin özür dilemesi,
- Nüfus ve Arşivlerin araştırmacılara açılması.
- Soykırım kurbanları ve kovulanların üçüncü kuşak temsilcilerinden isteyenlere kimlik ve ikamet verilmesi. Yerleşmek ve iş kurmak isteyenlere kolaylık ve kredi sağlanacağının açıklanması...
...
Ancak bunların sonrasında tazmin ve telafi koşulları ile ilgili çalışmalara başlanabilir.
Dinlediğiniz ve dikkatiniz için teşekkürler.
Mama Syria