25 Nisan 2016
Hülya Adak ile, 1909 Adana Katliamı’ndan 1915’e, 1920’lerden vefat ettiği 1964’e kadar Halide Edib’in hayatının farklı dönemlerinde Ermeni Soykırımı ile ilgili yazdıkları, söyledikleri ve takındığı tutumlar hakkında konuştuk.
Karşılaştırmalı Edebiyat uzmanı, Sabancı Üniversitesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Hülya Adak’ın ‘Halide Edip ve Siyasal Şiddet: Ermeni Kırımı, Diktatörlük ve Şiddetsizlik’ adlı kitabı İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları’ndan çıktı. İttihat ve Terakki dönemi ve Cumhuriyet’in kuruluş döneminin en tartışmalı figürlerinden biri olan Halide Edib, 1915 Ermeni Soykırımı hakkında Türkiye’deki resmi tarihle çelişen söz ve davranışlarıyla da hatırlanıyor. Hülya Adak, Ermeni Soykırımı denince akla ilk gelen isimlerden biri olan Bahaeddin Şakir’e “kasap” diyerek, onunla el sıkışmayı reddetmesiyle hatırlanan Halide Edib’in hayatının farklı dönemlerinde Ermeni Soykırımı hakkında takındığı farklı tutumları mercek altına alıyor.
Hülya Adak ile, 1909 Adana Katliamı’ndan 1915’e, 1920’lerden vefat ettiği 1964’e kadar Halide Edib’in hayatının farklı dönemlerinde Ermeni Soykırımı ile ilgili yazdıkları, söyledikleri ve takındığı tutumlar hakkında konuştuk.
Halide Edib, 1915’e kadar Ermeni meselesinin çözümünde İttihat ve Terakki’de hakim olan anlayıştan farklı bir çözüm anlayışına sahip miydi?
Halide Edib’in 1909’daki Adana Katliamı’na dair kaleme aldığı ‘özür mektubu’ ve tanıklar vasıtasıyla aktarılan 1916’da Türk Ocağı’nda yaptığı Osmanlı Ermenileri’ne karşı yapılan şiddeti eleştiren konuşması ile ayrıca kişisel mektupları; 20. yüzyıl boyu ve 21. yüzyıl başı edebiyatımız için pek tanıdık olmayan ve hatta yazarın kendi milliyetçi dönüşümünden sonra hem Türkçe hem de İngilizce eserlerinde izlerini bulamadığımız kavramların, duyguların öncüsüdür. Öncelikle ‘1909 mektubu’ Latin alfabesine aktarılıp, tartışılabilseydi, Türk edebiyatında 1909 ve 1915-16 üzerine--şu aşamada varlığından bahsetmenin mümkün olmadığı--bir ‘yas edebiyatı’nın öncüsü olabilirdi. Yüzyıl boyu Türk edebiyatına baktığımızda, belki burjuvazinin millileşmesinden, Birinci Dünya Savaşı’nın acılarının hatırlanmasına kadar o döneme değinen ve eleştirel bir yaklaşım içinde olan pek çok eserden bahsedebiliriz. Orhan Kemal’den ‘Kanlı Topraklar’, Yaşar Kemalden ‘Yağmurcuk Kuşu’ ve ‘Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana’ ve Murat Belge’den ‘Edebiyatta Ermeniler’ ilk akla gelen eserlerden bazıları. Fakat 1915-16 mağdurları için bir ‘yas edebiyatı’ndan bahsetmek söz konusu değildir.
‘1909 mektubu’nu yüz yıl sonra bugün bile tartışılan ‘yüzleşme’nin bir ilk örneği olarak görmek mümkün mü?
Halide Edib’in 1909 mektubu ve daha sonraki konuşmalarına geri dönersek, ‘özür dileme’, ‘vatandaşlık’, ‘eşit haklar’ ki bu hakları aslında 1908 devriminin heyecanıyla da telaffuz etmişti, faillerin yakalanması (suç, hukuk, adalet), faillerin ırkına mensup olmanın verdiği suçluluk hissi üzerinden adalet, vicdan, suçluluk kavramları ve duyguları üzerine olduğunu, hatta bu belgelerin geçmişle yüzleşmenin önünü açtığını iddia edebiliriz. Halide Edib’in 1909’da yazdığı mektup ve diğer mektupları İpek Çalışlar’ın ‘Halide Edip: Biyografisine Sığmayan Kadın’ adlı biyografi çalışmasıyla 2010 yılında kısmen Türkçeye kazandırıldı; 1916’daki konuşmasının metni ise hâlen elimizde bulunmamaktadır. Konuşmanın içeriğiyle ilgili tek bilgiyi Halide Edib’in İngilizce olarak 1926’da yayınladığı otobiyografisinin ilk cildi olan ‘Memoirs’da (Anılar) buluruz. Bu eserde yazarın özellikle üzerinde durduğu konu burjuvazinin millileşmesi, soykırımın temellerinin ekonomik olmasıdır. ‘Memoirs’daki ilgili pasajda konuşmayla ilgili şu kısıtlı bilgiler bulabiliriz:
“1916’da Türk Ocağı’nda çoğunluğu İttihadçı olan çok büyük bir seyirci kitlesine Ermeni meselesi ve ulusal ekonomi üzerine konuşma verdim. Bu konunun faillere kurbanlardan daha çok zarar vereceğini iddia ettim. Konuşmamda 700 kişi mevcuttu.” (‘Memoirs’, sayfa 387)
Halide Edib, konuşmasından sonra İttihadçıların kendisiyle ilgili büyük hayalkırıklığına uğradıklarını ve protesto olarak onun evine ziyaretleri kestiklerini anlatır; hatta cezalandırılması için kimi İttihadçıların Talat Paşa’ya başvurduklarını iddia eder. Talat Paşa ise böyle bir cezayı gerekli görmez.
Peki 1920’lerden sonra nasıl bir Halide Edib’le karşı karşıyayız?
1920’lerden sonra Halide Edib’in sadece İngilizce olarak yazdıklarını inceleyen kimi araştırmacılar da onun bu muhalif yönünü, siyasal şiddete karşı direncini bazı yazdıklarından görmekte zorlanmışlardır. 1917 sonrası Türk ve Müslümanlara karşı şiddetin yaşanmasıyla, Sevr Antlaşması’yla, Ermenistan’ın kurulmasıyla, Avrupa’da ‘Büyük Felâket’ üzerine yazılanların bazılarının ‘sopa siyaseti’ üzerine kurulu olmasıyla veya Andre N. Mandelstam’ın ‘Le Sort de L’Empire Ottoman’ı (Osmanlı İmparatorluğu’nun Yazgısı) gibi bazı eserlerin oldukça ırkçı bir üslupla yazılmış olmalarıyla birlikte Halide Edib’in bu eserlere karşı yazdığı İngilizce eserlerde soykırım konusunda savunmacı bir tavır içerisinde olduğunu ve muhalif sesinin kısıldığını gözlemliyoruz.
Halide Edib’i çağdaşı olan diğer önde gelen Türk aydınlarından farklı kılan ne tür düşünsel özellikleri vardı?
Halide Edib’in eserlerini kronolojik olarak takip ettiğimizde ‘milliyetçi dönüşümü’ tarihsel olarak Mütareke Dönemi ve sonrasıyla eşzamanlıdır. Örneğin ‘Ateşten Gömlek’ ve özellikle İngilizce olarak yazdığı ‘The Turkish Ordeal’ (Türk’ün Çilesi), ‘Turkey Faces West’ (Türkiye Batı’yla Yüzleşiyor) ve ‘Conflict of East and West in Turkey’ (Türkiye’de Doğu-Batı Çatışması) gibi eserlerinde bu dönüşümü gözlemlemek mümkündür. Bir başka deyişle, 1918’den sonra yazdıklarında Halide Edip ‘Cumhuriyet anlatısı’na yakın argümanlar kurmaya başlar.
Aslında bu ‘milliyetçi dönüşüm’ Kuvay-ı Milliye üyeleri tarafından da paylaşılan bir duruştur. Taner Akçam, Türk tarafının suçluları ulusal hukuk altında aslında yargılamak istediğini vurgular. Müttefiklere göre savaş dönemi İttihadçılar tarafından işlenen suçlar, Anadolu’nun Müttefikler arasında paylaştırılmasıyla cezalandırılmalıdır. Kurtuluş Savaşı ‘ulusal özerklik’ ve ulusal veya uluslararası mahkemeler tarafından yargılanan suçluların arasındaki gerilimli alanda ortaya çıkmıştır. Zamanla Anadolu’nun parçalanması ve Ermeni katliamında suçluların yargılanması birbirinden ayırt edilemez bir hale gelir. Anadolu’nun bölünmesini isteyen müttefikler, dava sürecine karşı ilgilerini kaybetmeye başlarlar. Tabii Taner Akçam’ın ‘From Empire to Rebublic: Turkish Nationalism and The Armenian Genocide’ (İmparatorluktan Cumhuriyete: Türk Milliyetçiliği ve Ermeni Soykırımı) kitabında, bu konuyla ilgili olarak sorduğu soruyu da unutmamak gerekir: Müttefikler Misak-ı Milli’yi savaş suçlularının yargılanması önkoşuluyla kabul etseydi, bu durum Türkiye tarihinde soykırımın kabulüne vesile olur muydu?
Hülya Adak
Hülya Adak
Taner Akçam’ın argümanlarının benzerini Halide Edib’in 1919 sonrası değişen tavrında da gözlemlemek mümkündür. Sormamız gereken önemli soru şudur: Birinci Dünya Savaşı sonrası salt İttihadçıların yargılanması söz konusu olsaydı ve Ermeni Soykırımı Osmanlı’nın ya da yeni kurulacak Türkiye’nin topraklarının İttifak Kuvvetleri tarafından paylaşılmasıyla bağdaştırılmasaydı, Halide Edib yüzyılın ilk 20 yılında gösterdiği muhalif aktivizmini İngilizce olarak daha güçlü bir şekilde ifade edebilir miydi? Bu soruyu daha da ileri götürebiliriz. 1920’lerdeki ‘insan hakları’ söylemi emperyalizmle ve ırkçılıkla iç içe gelişmemiş olsaydı, Halide Edib’in savunmacılığını artıran ‘barbar Türk’ ve ‘sopa siyaseti’yle mücadele etmek zorunda olmamak, onu kendi tanıklığının da olduğu 1909 katliamı ve 1915-16’daki soykırımın tutarlı bir ‘tanığı’ olmaya, uluslararası platformda gelişen insan hakları deklarasyonlarını da Ermeni örneğini temel alarak şekillendirmeye yönlendirebilir miydi?
Zamanında, yerinde ve derinlikli bir katkı
‘Halide Edib ve Siyasal Şiddet’ içinde, ‘Türk Edebiyatı ve Birinci Dünya Savaşı’ gibi eserlerinden tanıdığımız Türk Edebiyatı tarihi uzmanı Erol Köroğlu’nun ‘Sunuş’ yazısı yer alıyor. Köroğlu’nun yazısından bir bölümü sunuyoruz.
“Halide Edib, hayatı boyunca sadece bir yazar, bir romancı olmanın çok ötesine geçmiş, farklı yer ve dönemlerde adeta ‘başa güreşen’ bir kamusal aydın olmuş. Dolayısıyla ne zaman bir şey yazacak olsa, bu daha önce yazdığı İngilizce bir eserin Türkçesi ya da Türkçe bir eserin İngilizcesi olduğunda bile, farklı okurlara seslenmek ve sözünü o andaki bağlama uyarlamak durumunda kalmış. Hülya Adak’ın çalışması Halide Edib’in hayatındaki bu komplikasyonu anlaşılır bir biçimde izlememize yardımcı oluyor. Bu çalışmayı okumayı tamamladığımızda, ‘Halide Edib şudur’ ya da ‘şöyledir’ kestirmeciliğinin artık hemen hiçbir pozisyon için kolay olmayacağını söyleyebiliriz. Hülya Adak, Halide Edib’in entelektüel ve siyasal bir figür olarak ne kadar karmaşık, ikircimli ve zor olduğunu hakkıyla ortaya koyuyor. Tıpkı bu kitapta ele alınan siyasal şiddet, şiddetsizlik, Ermeni sorunu ve diktatörlük kadar karmaşık, ikircimli ve zor… Ancak elbette anlayışın ve daha olgun bir değerlendirmenin kapılarını aralayacak bir karmaşıklık, ikircim ve zorluk burada görünür olan. Adak’ın zamanında, yerinde ve derinlikli katkısının okuruna ulaşması umuduyla…”
“Halide Edib’in 1909 mektubu ve daha sonraki konuşmaları, ‘özür dileme’, ‘vatandaşlık’, ‘eşit haklar’, faillerin yakalanması, faillerin ırkına mensup olmanın verdiği suçluluk hissi üzerinden adalet, vicdan, suçluluk kavramları ve duyguları üzerine olduğunu, hatta bu belgelerin geçmişle yüzleşmenin önünü açtığını iddia edebiliriz.”
Agos