15 Nisan 2016
Türkiye`de insan hakları sorunlarının ortaya çıkış nedenleri ve gelişim çizgisini bilmek, kalıcı çözümü açısından son derece önemlidir. Türkiye`nin insan hakları karnesi, rejimin oluşturmak istediği insan tipi anlayışından dolayı kaçınılmaz olarak ilerleyen yıllarda kötü notlara düşecekti. Beklenildiği gibi Türkiye`nin insan hakları düzeyine günümüzde iyi demek mümkün değildir. Zira 100 yıla yaklaşan cumhuriyet tarihinde başta bastırılmaya çalışılan pek çok sorun, artık temel yapısal sorunlar olarak hepimizin önündedir.
Baskıcı ve jakoben zihniyetle toplumu zorla dönüştürücü bir anlayışta olmasından dolayı Türkiye`de uzun müddet tek parti dönemi egemen olmuştur. Demokrasi denemesi serbest fırka ile yapılmış ancak rejimin yapısını sarsacağı görüldüğü için hemen vazgeçilmiştir. Dünyadaki değişime direnemeyip çok partili sisteme geçildiği anda baskıcı anlayış tekrar güçlenme ihtiyacıyla antidemokratik birçok yola başvurmuştur.
10`ar yıllık periyodlar halinde inceleyip yorumlamaya çalışalım. 1920`li yıllar "devlet toplumu" oluşturma gayretiyle geçtiği için insan hakları ihlalinin kaynağı ve baş heveslisi devlet olmuştur. Ulus-devlet, yani egemen etno-dinsel kimlik (üst-kimlik) dışındaki alt-kimliklere izin vermeyen devlet türü, toplumu kendi tanımladığı "Türk" tanımıyla belirlemiştir. "Türk milleti" tanımının bir şemsiye olduğunu iddia etmiş ama Türk soyundan ve İslam dininden olmayanlar bunun altına girememiştir.
George Orwell`in "Hayvan Çiftliği" (Animal Farm) kitabında adil bir sistem kurduğunu iddia eden ayrıcalıklı domuzların diğer hayvanları 2. sınıf ilan etmesinin bir formülü vardır: "Tüm hayvanlar eşittir ama domuzlar biraz daha eşittir." Kitapta, bu kurala itiraz eden domuzlar esrarengiz bir şekilde kaybolmaktadır.
Türk ulus-devletinin vatandaşlık tanımı ve uygulamaları da bu kitabın anlattığına benzemiştir. Artık bütün T.C. vatandaşları eşittir ama kan bağı Türk olanlar ve Türk olmasa da Müslüman olduğu için kendisini Türk görenler biraz “daha eşittir”, gerçek/makbul vatandaştır. 2. sınıf vatandaşlar 1. sınıf vatandaşa terfi etmek için uygun şartları yerine getirmek zorundadır(!).
Bu durumda, devletin vatandaşını laik, Sünni, Hanefi Müslüman bir Türk olarak yetiştirme gayreti, dinî ve etnik ihlallerin temelini oluşturmuştur. Devlet, “Türk milleti” ile herkesi kucakladığını söylemekte ama Türklük mevzubahis olunca yine ayrımcılık yapmaktadır. Kemalizm’in üst kimliği "Müslüman Türk"tür, çünkü hem dönemin birlik-beraberlik ideolojisi dindir (İslam), hem bu yüzden gayrimüslimleri asimile etmek imkansızdır, hem de Türk soyundan olmadığı halde Müslüman olan ve kendini Türklüğe asimile etmeye hazır çok insan vardır: Boşnaklar, Çerkesler, Pomaklar, Arnavutlar, vb.
Bu durum, 1924 Anayasasına, "Türkiye ahâlisine din ve ırk farkı olmaksızın vatandaşlık itibâriyle Türk ıtlak olunur" biçiminde yansıyarak Türk vatandaşı ile Türk soyunun farklı olduklarının işaretini vermiştir. 1982 Anayasası Md. 66/1: "Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı herkes Türk’tür" diyerek Türk milletinin tanımını yaptığını iddia etmiştir. Ancak pratikte Kürtler ve gayrimüslim azınlıklar bu tanımın içine girememiştir. Kürtlerin "müstakbel Türklük”ten gerçek vatandaşlığa terfi edemeyecekleri anlaşılınca da adları Genelkurmay başkanınca konuvermiştir: "Sözde vatandaş"... Türk devleti, vatandaşlık tanımını sadece resmi sıfatlama için görüntüde kabul edip, asliyette dışlamada kullanmıştır. Kendi rızasıyla Türk olmayı (gönüllü asimilasyonu) kabul eden Müslüman farklı ırklar dışında kalan gayrimüslimler etno-dinsel temizliğe uğratılmıştır (1923, 1955, 1964), Türk olmayı kabul etmeyen Kürtler de bugünkü durumu yaşamaktadır.
Aldatılan toplumun baş kaldırmaları, devletin basamak basamak insan haklarından uzaklaşmasına yol açmıştır. Her hak talebi çeşitli güç metodlarıyla bastırılmıştır. Tek parti CHP ilk önce "devlet partisi" daha sonra "parti devleti" haline gelmiştir. Gayrimüslim azınlıkların imhası ve yurt dışına kovalanması, Türk olmayan Müslümanların asimile edilmeye çalışılması felsefesi devletin topluma yaptığı en büyük kötülük oldu. Zira yanan toplum oldu. Devlet ideolojisi uğruna, halkın çocukları birbirine düşmanlaştırıldı, savaştırıldı. Serbest fıkra girişimiyle farklı bir ses denemesi yapıldıysa da hemen vazgeçildi. Mustafa Kemal`in kuvvetler ayrılığı yerine kuvvetler birliğini esas alıcı yaklaşımları insan hakları ve hukuk talep edecek bir yasal mekanizmayı da yok etti. Kuvvet tek elde toplanınca da muhalefetin düşünce özgürlüğü elinden alınmış oldu. Düşünce özgürlüğünün meclisteki diyaloglarda bile ihlal edildiği zabıtlara geçmiştir. Rejim 1924 anayasasında bir tarafa bırakılan bireysel hak ve özgürlükleri yazılı olduğu kadar bile önemsememiştir. Takrir-i sükun döneminde anayasa dikkate alınmamıştır. Dolayısıyla TBMM`de bile insan hakları ihlallerine uygun zemin oluşmuştur. Günümüzde yaşanan birçok insan hakkı sorununun temelleri bu dönemde atılmıştır.
Ayaklanmaların acımasızca bastırıldığı 30`lu yıllar ceberrut bir devlet anlayışının iyice katılaşmasını sağladı. Asimilasyonda veya kan temelli üst kimlikte ısrar sonucu Cumhuriyetin ilk yıllarında çok yüksek düzeyde olmayan toplumun devlete gönül bağı ve desteğini gittikçe azalttı. Devlet, yaptığı ihlali utanılacak, gizlenecek bir hal olmaktan da çıkardı, iyice yasalaştırdı. Yasalar, insan hakları ihlallerinin baş nedeni olmaya başladı. Kimliklerin ortaya çıkmasını engellemek suretiyle devlet, insan haklarını ihlal etmeye başlamıştı. Gayrimüslim azınlıkların bıktırılarak yurtdışına kovalanması bu yıllarda oldu. Rejim artık kendisini yıllar boyu değiştiremeyecek günahlarını işlemişti.
40`lı yıllar İsmet İnönü`nün hakimiyetinde başladı ama dünyadaki gelişmeler Türkiye`yi zorluyordu. Buna 1942`de yabancıları ekonomik hayattan tecride yönelik Varlık vergisi yasası çıkararak karşı çıkılabileceği düşünüldü. 2. dünya savaşının sonucunda baskıcı, faşizan iktidarların ne ülkesine ne insanlığa faydasının olmayacağı genel öngörüsüne paralel imzalanan insan hakları evrensel bildirgesi ve dünyaya uyum zorunluluğu, sistemi çok partili rejime mecbur kıldı. İnsan hakları diye bir kavramı devlet işitmeye başladı. Ama bir refleksle bu kavrama yönelik devlet tedbirlerini ulusal ve uluslararası anlaşmalarda daha sıkı takibe aldı.
50`li yıllarda çok partili sistemle gelen demokrasi bu sefer sık sık darbe ve muhtıralarla sistemin hizasına getirildi. Kendisi bunu arzulamasa da sistemin alternatifi olarak görülen Menderes`in sağ kesimde sahiplenilmesi sistem ve insan hakları talebinin gerçek, sahici anlamda inşa edilememesine yol açtı. Sağ, muhafazakar kesim, meseleyi lidercilik tutkusuyla kişiselleştirerek insan haklarını ihlal eden devlet sorununu göremedi. Devletin 1920`lerdeki ısrarı ve değişimin kaçınılmazlığı insan hakları alanındaki birçok ihlali doğurdu. Düşünce özgürlüğü alanında ise tek parti dönemiyle başlayan baskılar, azalma ve artmalarla hep devam etti. 141-142 ve 163. maddeler uzun yıllar düşünen her kişinin korkulu rüyası oldu. 6-7 Eylül 1955 olaylarında bir devlet komplosuyla gayrimüslimlerin malları talan ettirildi.
1950`li yıllarda Menderes ve devlet arasında cereyan eden çekişme 60`larda darbeyle sonuçlandı. Menderes ve hükümetinin insan hakları alanındaki ihlallerini sorgulamaya fırsat kalmadan yapılan darbe, sistemin değil kişilerin sorgulanması veya popülaritesi eğilimini daha da arttırdı. Bu anlayış da insan hakları karnesini kötüleştirdi. Zira yeni lider Süleyman Demirel siyaset yoluyla yöneldiği popülist, antidemokratik sağcılığıyla ezilen tüm farklı kesimlerin bir anlayış kaosuna sürüklenmesine neden oldu. Çıkan sol ve sağ ideolojik hareketlerin de katkı verdiği demokrasi ve hukuk dışı ortam, tüm ortak paydaları bitirdi ve keskin bir kutuplaşma yaşandı. Sol hareketler, demokrasi, insan hakları alanında nispeten haklı taleplerde bulunurken ideolojik dili kullanarak siyasi hakimiyet sağlamaya, tasarladıkları devrim hedeflerine odaklanmaya yöneldi. Toplumun yapısına uymayan bu talepler tabanda önemli destek bulamadı. Ayrıca solun toplumun muhafazakar duygularını önemsememesinden dolayı bu talepler "devlet düşmanlığı", "komünistlik" vb yaftalarla mahkum edildi. İnsan haklarını kınayan bir anlayıştan ziyade kabaca sağ ve sol diye iki siyasi grubun hakları kendisine göre yorumlaması geleneğinin başlamasıyla sonuçlandı bu süreç. Sağcı hareket, sistemin görevini devraldı ve sistem sözcülüğüne soyunarak insan hakları ihlallerini sorgulayacak kişileri de şeytanlaştırdı ve yok etti.
Solun yükselişte olduğu 60`lı yıllar bir insan hakları hareketinden ziyade dünyada yükseliş halinde olan ideolojik bir hareketin izdüşümü şeklindeydi. Sol hareketin de insan hakları gibi bir derdi yoktu. Daha çok ideolojik çözümlemeler uğraşısı içindeydi. Din kavramını kendilerine düşmanlaştırarak toplumu kurtaracaklarını düşünüyorlardı. Bu da onların toplumdan uzaklaşmalarına, elitist Kemalist anlayışla ister istemez içli dışlı olmalarına yol açtı ve böylece zaten zayıf olan insan hakları perspektiflerinin iyice kaybına neden oldu. Bu hal, sağcılık, devletçilik ve milliyetçiliği İslam sanan muhafazakar kesimi daha çok devletçi yaptı, söz konusu kesim dolayısıyla insan hakları anlayışından daha da uzaklaştı. Bu durum, insan hakları ihlallerini sol kesim üzerinde yoğunlaştıran devletin işine geldi.
70`ler boyunca devletin artan anarşi mazeretine sığınarak devam ettirdiği insan haklarını ihlal eden yönetimi toplumdaki mutsuzluğu daha da arttırdı. Kutuplaşan siyasi faaliyetler ülkeyi bir kan gölüne çevirdi. "Başkasının hakkı, insan hakları" gibi mefhumlar akla gelmez oldu. Her grup başkasını imha ederek siyasi bir galibiyet ve hakimiyet sağlama isteği peşindeydi. İslami kesim yavaş yavaş milliyetçilikten dolayısıyla devletçilikten kurtulmaya başladı ancak bu kez sarıldığı İslamcılık akımı onu “Müslüman milliyetçisi” yaptı. Bu anlayış, mağdurun sadece kendisi olduğunu ve başkasının hakkının çiğnenmesi pahasına İslami bir muktedirliği öneriyordu. İslamcılık, "demokrasi vb." kavramları dışlamasıyla birlikte insan hakları kavramına İslamcıların iyice yabancılaşmasına neden oldu. ABD ve SSCB`nin dünya liderliği için çekişmesinde insan haklarını umursamayan, araçsallaştıran bakış açısı bu düşünceyi beslemeye devam etti.
1980 yılındaki darbe, devletin bulduğu mazeret nedeniyle cumhuriyet tarihi boyunca yaşanan en büyük insan hakları ihlallerine neden oldu. Ezilen kesimler sorunun devletin kurucu ilkeleri olduğunu yavaş yavaş anlamaya başladı. Rejime yeniden şekil vermeye çalışan cunta bu sefer dini etkin bir şekilde kullanarak birçok insan hakkı ihlaline devam etti. Oluşturduğu Kürt sorununu uçaklardan ayet yazılı broşür atarak halledeceğini düşünürken, Diyanet kurumunun devamını sağlayarak laiklik ilkesini de dini bir kurumla çiğnedi. Kürt sorunu ve dindarlara uygulanan baskı her geçen gün artıyor, insan hakları ihlalleri daha da artıyor, itirazlar yükselince telaş içindeki sistem ne yapacağını bilemiyor, olağanüstü hal uygulamaları yaparak tamamen insan haklarını askıya alıyordu. Kürt meselesinin durumu hakkında şu örnek hali özetler. Şerafettin Elçi 22 ay bakanlık yaptı (03.01.1978-12.11.1979), 30 ay hapis yattı (22.10.1980-29.04.1983; tamamı 4 yıl 7 ay; TCK 142/3’den). Çünkü: “Türkiye’de Kürtler vardır, ben de Kürt’üm” demişti.
90`lı yıllara doğru ve 90`lı yıllarda sol ve İslami kesimler insan hakları dernekleri kurmak suretiyle devletin ihlallerine karşı durmaya çalıştılar. Kürt sorunu konusunda tüm devlet çareleri tükenmiş durumdaydı, örtülü ödeneklerden, mafya babalarından, ülkücü liderlerinden aldığı destekle yargısız infazlar, fail-i meçhuller, köy yakmalar girişimine başlamıştı. Yaşam hakkı ihlalleri yaşatan devlet bunu çeşitli gayri hukuki yollarla gözden kaçırmayı bildi. Yargısız infazlar, köy yakmalar vb. Bu uğurda farklı örgütlerin çarpışmasına zemin hazırlama şeklinde taktik uygulamalarla günahının sonuçlarını, ürününü toprak altına itmeye çalışıyordu. İnkar tüm hızıyla devam ediyordu. Aziz Nesin 1995’te DGM’de ’Kürt’ kelimesini kullandığı için yargılanıyordu. Bu baskıcı uygulamalar iktisadi gelişmeyi ve kalkınmayı da olumsuz etkiliyordu. Çok ağır insan hakları ihlalleriyle uğraşmak zorunda kalan insan hakları örgütleri de sonunda devletin direk veya dolaylı uygulamaları sonucu mağdurlar sınıfına katıldı. Dini ve etnik ayrımcılık artık patlama oluşturacak düzeye gelmişti ve çıkan dini çatlak sesler bu sefer 28 Şubat darbesiyle bastırıldı. Yükselen dini hareketlere karşı alınan önlemler 28 Şubat MGK`sında meyvesini verdi. Farklı bir darbe metodu olarak "postmodern darbe" olarak adlandırılan siyasete yönelik insan haklarını ihlal eden müdahale, dindar gruplara hayatı cehennem etti. Bu durum muhafazakar toplumun sadece kendisinin mağdur olduğu düşüncesini besleyerek farklı mağduriyetlere yabancı kalmasını desteklemeye devam etti. Toplumda halen çok az sayıdaki ilkeli kişi ve aydın "ötekinin hakkını" insan hakkı olarak görüyordu.
2000`li yıllarda askeri yöntemlerle bastırılmaya çalışılan 2 önemli muhalif hareket Kürt meselesi ve din meselesi en önemli hukuki sorunlar olarak Türkiye mahkemeleri ve AİHM`de tartışıldı. AİHM`in başörtüsü kararında yaptığı çifte standart, toplum üzerinde meselenin insan hakları korumacılığı değil, siyasi kutup meselesi olduğu algısını güçlendirdi. Bunun yanı sıra azınlıklar ve Alevilerle ilgili insan hakları ihlallerinin azalması, devletin kendi isteğiyle değil, dış baskılar veya sivil toplum örgütlerinin güçlenmesi sayesinde oluyordu. Ak Parti iktidarıyla geçen bu yıllar askeri vesayet ile hükümetin mücadelesine sahne oldu. AB uyum yasaları patlama noktasına gelen toplumu ve hak gaspından dolayı gerilen ortamı biraz yumuşattı. AB sürecinde 9 uyum paketi, 70 yeni yasa ve 70 civarında yasada yüzlerce madde değişikliği oldu. Askeri vesayetin kırılmasına yönelik çabalara yönelik "misyonerlerin arttığına, azınlıkların sesinin çok yükseldiğine" dair argümanlar adresi tam belli olmayan yerlerden kamuoyuna yayılıyordu. Ekim 2004`de hazırlanan Azınlık Raporundaki “Üst kimlik Türk değil, Türkiyeli olmalıdır” ifadesinden dolayı yargı “Halkı kin ve düşmanlığa alenen tahrik”ten 5 yıl hapis isteminde bulundu. İktidarın artan gücüne ve demokratikleşme adımlarına karşı karşı yargı defans halindeydi. Yargı kararlarının Abdullah Gül`ün cumhurbaşkanlığını önlemek için hukuk dışı bir şekilde uygulanmasına şahitlik edildi.
2007 yılı bu 10 yılın en gergin senesiydi ve siyaset zeminini yok etmeye yönelik saldırılar olarak algılanan Danıştay cinayeti, Hristiyan din adamlarına yönelik saldırılar ve Hrant Dink`in katledilmesi tüm dünyanın dikkatini Türkiye`de topladı. Dünya çapında etkileri olan bu saldırılar arasında olan Hrant Dink cinayeti için cumhurbaşkanı Abdullah Gül, DDK raporu hazırlatmasına rağmen adil bir hukuki sonuca ulaşılamadı, gerçek faillere ulaşılamadı. İnsan hakları sorunlarının en büyük etkeni olarak yargı çok tartışılan kararlarıyla yine hep gündemdeydi. İfade özgürlüğüne karşı hazırlanan iddianamelerin kabulü "düşünce suçlusu" ilan edilmiş kişileri hedef haline getirdi. 367 kararı, Ak Parti kapatılma kararı, başörtüsü kararı en dikkat çeken insan hakları ihlali oluşturan hukuki kararlardı. Yargı vesayeti, düşüşe geçen askeri vesayetin yerini almaya çalışıyordu. 27 Nisan`da adeta bir muhtıra gibi algılanan Genelkurmay başkanı Yaşar Büyükanıt`ın açıklamasına hükümet sert tepki gösterdi. Güç savaşı hükümetin lehine sonuçlandı. 2008`de Ergenekon davasının açılması, muvazzaf ve emekli birçok askerin tutuklanması büyük tartışmalara neden oldu. 2000`li yılların sonuna doğru hükümet, bir devlet politikası olarak Kürt açılımı vd. önemli insan hakları sorunlarıyla ilgili açılımlara başladı. 2000`li yılların sonu, 10 yılın başındaki AB uyum yasalarıyla uğraş gibi umut verici gelişmelere sahne oldu. İktidar, devletin oluşturduğu insan hakları ihlallerine gücünün yettiğini düşündüğü alanlarda müdahil oldu. Ancak bu müdahillik, yapısal bir değişimden ziyade hükümetin pragmatist değişim isteklerine yönelikti.
2010`lu yılların başında referandumla sağlanan insan hakları alanındaki gelişmeleri içeren anayasal değişiklik kabul edildi. Ancak "yetmez ama evet"çilerin desteğini almasına rağmen daha sonraları bu değişikliğin yine genel bir yapısal demokratikleştirmeden ziyade hükümetin hareket alanını güçlendirecek adımlar içerdiği anlaşıldı. İktidarda pay sahibi olmak isteyen Cemaat`ın hükümetle gittikçe artan gerginliği 17-25 aralıkta önemli bir kavgaya dönüştü. Bu kavganın altından çıkan, muktedir olmaya çalışanların insan haklarını, güçlenmek için bir payanda olarak kullanmaya çalıştıkları gerçeği oldu. İnsan haklarını geliştirme iddialarının her kesimin "kendine Müslüman" olduğuyla sonuçlanması, kavramın ortak bir payda anlayışı ile değerlendirilme ihtiyacı çok olduğundan hayal kırıcıydı. Erdoğan`ın “Gezi”, “Cemaat” kavgasıyla artan otoriterleşme eğilimi insan hakları alanındaki karneyi her geçen gün kötüleştirdi. 2013 yılının başında Öcalan`ın çağrısıyla başlayan çözüm süreci 2.5 yıl süren devletin kalıcı anlamda kendisini değiştirmek istememesi ve PKK`nın da buna cevap olarak silaha dönmesiyle sonuçlandı.
24 Temmuz 2016``da tekrar başlayan çatışmalar siyasetin etkisinin azalmasına, silahın ön plana geçmesine neden oldu ve insan hakları karnemizi inanılmaz boyutlarda kötüleştirdi. ÖYM’lerin yerine kurulan Sulh Ceza Hakimlikleri hukuksuzluklara kılıf oldu. Böylece, “paralel yargıyı tasfiye” bahanesiyle, bütün Türkiye’de, “Hükümet yanlısı yargıç” uygulamasına geçildi. Yargı vesayet altına alındı. Sosyal medya yasakları kısıtlama ve yorumlar üzerindeki ceza davası baskısı oluşturuldu. 301. madde düşünenlerin üzerindeki Demokles`in kılıcı olmaya devam etti. AİHM, “ifade edilen fikirler ne kadar çarpıcı, şoke edici, kışkırtıcı olursa olsun, korunmaya layıktır, yeter ki şiddeti açıkça övmesin” demesine rağmen ifade özgürlüğü mağdurları hızla arttı. Türkiye’de ifade özgürlüğü konusuna bütüncül bakmak gerektiği, Terörle Mücadele Kanunu ile Türk Ceza Kanunu’nun birkaç kötü ünlü maddesinin değiştirilmesiyle sınırlı bir konu olmadığı tekrar anlaşıldı. AİHM cezalandırmalarında Türkiye uzun senelerdir ilk 3 sırayı bırakmamaktadır. Cezasızlık devlet yöntemleriyle devam ettirilmektedir. Çoğunluk iradesiyle azınlık haklarının karşı karşıya kalması ifade özgürlüğü sorunlarını daha da artırıyor ve artıracaktır. İfade özgürlüğü ne zaman genişlemişse devlet yeni bir metod bulmuştur. Ancak toplum da ısrarlı taleplerinde gittikçe yeni metodlar bulması yönüyle eskiye göre daha başarılıdır.
Çok partili sisteme geçtiğimiz 70 yılda tam 48 hükümet değişti, ama Türkiye’nin dünya çapındaki demokrasi, insan hakları ve özgürlüklere saygı sıralamalarındaki yeri hemen hemen hiç değişmedi. Türkiye hâlâ en alt sıralarda.
İnsan hakları karnemizi düzeltmek için ilkesel bir insan hakları mücadelesine ihtiyaç vardır. Bunun için de farklı kesimlerin insan hakları alanında çalışmaya başlaması kolaylaştırıcı olmaktadır. İnsan hakları kavramının adil, ayrımsız yaklaşımı konusunda bilgi ve içtenlik olarak iyi bir yerde olan kişiler, farklı dünya görüşlerinden gelseler de ortak paydalarda buluşabiliyor ve işbirliğini artırabiliyor.
Dindarlar açısından da insan hakları kavramını değerlendirmek gerekir. Dini düşüncenin yeniden ele alınıp siyaset bilim ve insan hakları kavramları etrafında yoğunlaşılması, Müslüman sosyal bilimcilerin ilk işleri olmalıdır. Zira toplumun çoğunluğunu oluşturan dindar kesimde farklı sorunlara yanlış yaklaşmanın en önemli nedeni, dinin insan hakları ihlallerini önleyen kavramlara mesafeli olduğu zannıdır. Müslüman bireyler, dini düşüncelerini yeni siyaset bilimi kavramlarıyla karşılaştırmayı ve yeni bir ufukla tartışmayı başarmalıdır.
T24