16 Şubat 2016
Beraberce eşit ve özgür bir ülke kurma fikri iki halk için de bulunabilecek en iyi çözümdü. Yaşadıkları coğrafya kan gölüne dönmüş, katliamlar, vahşet haber değeri taşımaz duruma gelmişti.
Bu toz bulutu içerisinde bu iki halkın birbirini beğenmeme lüksü yoktu artık. Etnik ve mezhepsel ayrışmaların bataklığı Batılı emperyalistlerin en büyük tuzağıydı ve tüm bölge halkları bunu çoktan yutmuştu. Onlar bu tuzağa düşmemeliydiler.
Üstelik ceberrut yönetim geleneği bugüne kadar Anadolu halklarına baskı ve zulümden başka bir şey sunmamıştı.
Önce zulmeden eski devlet mantığı geriletilecek, sonra Anadolu’nun her rengini esas sayan ‘özgürlük’ ruhu tesis edilecekti.
İki halkın önderleri uzun süre bu birliktelikten bir mücadele ruhu çıkması için çalıştı. Kendi tabanlarının ikna edilmesi pek kolay olmamıştı.
Ne de olsa yakın tarihin karmaşası içerisinde birbirlerine fazlasıyla zarar vermişler ve yüzyıllar süren komşuluk teamülleri hırpalanmıştı.
Batı, kendi çıkarları için iki halkın da kulağına tehlikeli cümleler fısıldıyor, akıllarını çelmek için ardı sıra vaatlerde bulunuyordu.
Duymadılar, ikna olmadılar…
‘Türkiyelileşmek’ bu coğrafyada beraberce yaşayabilmenin tek formülüydü.
Dört elle sarıldılar bu fikre.
Miting meydanlarında iki dilde de ‘özgürlük’ yazan pankartları sırtlandılar.
Katliamcı eski devlete karşı tek vücut oldular.
Eşit, özgür ve rengarenk bir ülke kurmanın heyecanı kapladı tüm memleketi.
Bu ülke Türküyle, Kürdüyle, Ermenisiyle, Alevisiyle, Sünnisiyle, Çerkesiyle, Rumuyla hepimizindi. Yeni binr anayasa yazılmalı, çağın demokrasi ölçüsü neyse bizim ülkemizde de tesis edilmeliydi.
Fakat memleketin başkentinde bunlar konuşulurken Şark cephesinde durumun vehameti içler acısıydı.
Anadolu’nun kadim halklarından biri sürekli katliam ve yağma altındaydı.
O halkın parlamentodaki vekilleri, bürokratları bu duruma mani olmak için ne kadar çabalasalar da güçleri sınırlıydı.
İş öyle bir hale gelmişti ki kurulacak ‘Yeni Türkiye’ fikri, her gün katledilen Doğu insanları için fasa fiso olarak algılanmaya başlamıştı.
Hatta bu idealleri taşıyan halk temsilcileri ‘ihanet’ içinde olmakla itham edilir olmuştu. Onlar parlamentoda nutuk atarken Doğu’da insanlar canının derdindeydi.
Ölüm ve zulüm durmayacaksa halkın kendini korumak için başka fikirler de icat etmesi kaçınılmazdı. Bölgede pek çok denge vardı. Eşit ve özgür bir ülkeyi beraberce tesis etmek mümkün değilse bağımsızlık da pekâlâ düşünülebilirdi.
Bu iki halk nihayetinde eski devleti yendi.
Artık bu zorlu mücadelede aldıkları kararı uygulamalarının önünde hiçbir engel yok gibiydi.
Fakat devletin yeni sahipleri böyle yapılmasına izin vermedi.
İki halkın kurucu unsur olarak bir arada varlığı hiç tükenmeyecek bir güvensizliği beraberinde getiriyordu.
600 yıllık devlet olma bilinci, devlet ele geçirildikten hemen sonra yeni sahiplerinin üzerine giyecekleri kıyafete dönüştü.
Bu bilinç kendi çocuklarına, kardeşlerine kıymayı gerektirecek kadar gaddardı.
Önce katliamlar çoğaldı. Sonra bu katliamların gerekli olduğuna ikna edildi toplum. Düne kadar ülkeyi beraberce kurtarmak için el ele verilen bir halk sonradan emperyalistlerin maşası olarak tarif edildi.
Vatanın istikbali için devlet yine en iyi bildiği yöntemi kullanmalıydı.
Kullandı da…
Doğu’da öz savunmadan başka şansı kalmamış birkaç bin silahlı insan, yapılacak büyük operasyonun gerekçesi sayıldı.
Önce bir 24 Nisan sabahı parlamentodaki vekiller dahil tüm halk öncüleri toplanıverdi.
Sonra kadim Anadolu’nun her köşesinden kadınlar, çocuklar sürgün edilmeye başladı.
Bir iki yıla kalmadan tarihin gördüğü en acı kıyımlardan biri yaşandı.
İttihat ve Terakki, padişahlık dönemini aratmayacak kadar gözünü karartmıştı çoktan.
Aradan 100 yıl geçti.
O tarihte 2 milyona yakın nüfusu olan Ermeni halkından bugün sadece 50 bin kişi kaldı.
O 50 bin kişinin bugün anadilde eğitim, kendi dillerinde yayın yapma, mahkemelerde tercüman tutma, ibadethane açma gibi her hakkı var, var olmasına da!
Halkın kendisi yok artık.
Üstelik usulüne göre gömülmemiş, katledilmiş insanlarına küfür edilir olması adetten oldu yurdun her mahallesinde.
Bugün yaşadıklarımız nereye varacak kestiremiyorum.
Ama yaşanmış olanı anlatmak boynumun borcudur.
Aklınızda olsun bütün bunlar…
Diken