23 Şubat 2015
Adil Hafıza İnisiyatifi olarak, Anadolulu Ermeni gençlerle dünü, bugünü ve ortak geleceğimizi konuştuk…
Yüzlerce yıl bu topraklarda yaşadılar… Ama tarihi bir trajediyle karşılaştılar. Dillerini, dinlerini, kimliklerini yıllarca komşularından hatta çocuklarından bile saklamak zorunda kaldılar. Onlar bu toprakların kadim milletlerinden Ermeniler…
Özellikle son 100 yılda, kendi kimlikleriyle yaşamanın verdiği zorluklardan paylarına düşeni fazlasıyla aldılar. 1915 dendiğinde güvercin tedirginliği yaşamaları da biraz bundan. Hrant dendiğinde ise yürekleri burkuluyor. Kültürünü öğrenememek, kimliğini gizlemek zorunda kalmak daha düne kadar bir yaşam şeklini almış onlar için. Kimi sokakta, kimi de okulda öğrenmiş Ermeni olduğunu.
Onlardan birisi Ferhat, henüz 28 yaşında… “Kendimi bildim bileli Ferhat’ım, kullandığım başka bir ismim daha var ama rüyalarımda bile hâlâ Ferhat’ım” diyor ve ekliyor: “Gerçek anlamda bir hukuk devletinde yaşıyor olsak bütün bunlar yaşanmayacaktı. Bence verilmesi gereken en büyük mücadele Türkiye’de hukuk devletini tesis etmek olacak.”
Benzer hikayesi olan bir diğer isim de 33 yaşındaki Rüstem Bakırcıoğlu… O da Ermeni olduğunu okulda öğrenenlerden. Bakırcıoğlu, “Köyde okul olmadığı için yatılı okumuştum. Bir arkadaşla tartışırken bana “gavur” deyince ben de kimliğimi çıkardım ve “Bak kimliğimde de İslam yazıyor” dedim.
Etnik kimliğiyle ilgili yaşadığı bir diğer ilginç olay ise Yunanistan’da okurken başına gelmiş Rüstem’in… O olayı şöyle aktarıyor bugün: “Adıyamanlı Kürt bir arkadaşım vardı. Ona Ermeni olduğumu söylememiştim, söyleme gereği de duymamıştım. Ermeni olduğumu duyunca inanamamıştı çünkü kafasındaki Ermeni algısı muhtemelen bir insan görüntüsünde değildi.”
Marta Sömek 20 yaşında. Arkadaşları “gavur” diye seslenince eve gidip babasına gavurun ne demek olduğunu soruyor. O döneme kadar bunun saklandığını ve çocukluktan itibaren Müslüman gibi yetiştirilen bir Ermeni olduğunu öğreniyor.
Fırat Bakırcıoğlu da yaşananların aşılmasında Meclis’e yüzleşmeyle ilgili sunulan yasa tasarısı olumlu bir adım olarak görüyor ve geçen yılki taziye mesajını da önemli buluyor ancak şu sözü hatırlatmadan da edemiyor: “Biz sabah kahvaltısı, Kürtler de öğle yemeği oldu.”
‘…KIZ VERMİYORLAR’
Adıyaman’da yaşıyorum. Doğma büyüme Adıyamanlıyım. Ermeni bir aileyiz. Çok net olmamakla birlikte Adıyaman/Kahta’daki geçmişimiz 1200’lü yıllara kadar gidiyor. O tarihten beri bölgede yaşamaya devam ediyoruz. Şu an Avrupa’da ya da Türkiye’nin farklı bölgelerinde yaşayan akrabalarımız var ama ailenin büyük bir kısmı Kahta’da yaşıyor.
Ermeni kimliğimizi de 1915’ten bugüne kadar yaşatmaya çalışmışız. Gerek yakın akrabalarla olsun gerek aynı kökenden gelen insanlarla evlilik gerçekleştirmek suretiyle bu kimliğimizi bir şekilde korumuşuz. Zaten yeni nesilde de bu kimliği korumaya yönelik bir refleks var. Benim yaşıtlarım olan akrabalar da yine ya kuzenlerle ya da yakın ilişkilerimizin olduğu Ermeni ailelerin çocuklarıyla evlendiler. Bu, hem Ermeni toplumunun geliştirdiği doğal bir tavır hem de Müslüman kesimin, bizden kız almasına rağmen bize kız vermeyip, bizi mecbur bıraktığı bir refleks olmuş.
“İsmim Ferhat”
Ben kendimi bildim bileli Ferhat’ım. Kendimce kullandığım başka bir isim var. Ama onu da çok fazla benimseyemiyorsun, kimliğini bir şekilde tanımlamışsın zaten. Mesela belli bir bilinç oluştuktan sonra farklı bir isim kullanma gereği duydum ama bunu da ne kadar benimsedim bilmiyorum. Rüyalarımda ismim hala Ferhat…
Anadolu Ermenisiyim
1915’te dedelerimiz, bir şekilde hayatta kaldıktan sonra yeni rejim tarafından kendilerine verilen isimleri kullanmak zorunda kalmışlar. Bir yanda Sarkis, Kevork, Gregos diğer yanda da Ahmet, Mustafa ve Süleyman gibi isimler var. Çünkü ancak bu şekilde toplum içerisinde bir yer bulabilmişler. Eskiden Ramazan aylarında perdeleri sıkı sıkı çeker ve gizli gizli kahvaltı yapardık. Ki bizim nesil bu travmayı daha hafif yaşamıştır; bizden önceki nesil bazı şeyleri birebir yaşamış. Mesela çoğumuz, Ermeni olduğumuzu sokakta öğrendik. Bir oyun sırasında herhangi bir şey olunca “vay siz Ermenisiniz” diyen çocuklara “hayır, değiliz; Ermeni sizsiniz” diye cevap vermişliğim var. Acıları birebir yaşayan anne-babalarımız, bir koruma güdüsüyle bize bazı şeyleri anlatmamışlar ama dışarıda herkes neyin, ne olduğunu bilir. Çocuklar olarak bir tek biz bilmeyiz. Ve bunu bir gün diğer arkadaşlarımızın dışa vurmasıyla öğreniriz. Ancak son dönemde dünya genelinde ya da Türkiye özelinde bir gelişme midir bilinmez – tabii bizim de artık kaybedecek bir şeyimiz olmadığını hesaba katarsak- farklılıklara karşı bir açıklık ve daha farklı bir tavır alma durumu var.
Ermeniler bugün nerede?
Buna iki açıdan bakmak lazım. Mesela devlet nezdinde hiçbir şey değişmedi. Ermeniler hâlâ bir tehdit unsuru olarak görülüyor. Ermeni olduğunu sonradan öğrenen bir aile çocuğunu Ermeni okuluna göndermek isteyince devlet “Siz Ermeni değilsiniz.” diyerek bu talebi reddediyor. Peki devlet, bu insanların Ermeni olduğunu ya da olmadığını nereden biliyor? Demek ki bununla ilgili bir kayıt sistemi var. Toplumsal anlamda değişen bir şeyler olduğu kesin. Eskiden insanlar, bir Ermeni hakkında çok kolay bir şekilde atıp tutabilecekken şimdi durup bir düşünüyor.
Bu noktada biz Anadolu Ermenileri olarak İstanbul Ermenileri’ne ya da Ermeni Patrikhanesi’ne karşı da tepkiliyiz. Vaftiz olmak isteyen bir Hıristiyan için kılı kırk yaran bir sistem söz konusuyken bize neden sahip çıkmadıklarını merak ediyoruz. Adıyaman’daki Ermeni cemaat, Süryani Kilisesi etrafında toplanmaya başladıktan sonra Patrikhane bir şeylerin farkına varıp harekete geçti. “Bugüne kadar neredeydiniz?” ve “Neden gelmediniz?” deme hakkımız vardır sanıyorum. Bu tabii Ermeni Kilisesi’nin tanınması noktasındaki sıkıntılarla doğrudan ilgilidir. Süryani bir din adamı Anadolu’da istediği gibi gezebilirken Ermeni bir din adamı için aynı haklar söz konusu değil. Süryanilerin, o dönemde devletin gücünü “üst varlık” olarak kabul etmesi ancak buna karşılık Ermenilerin daha talepkâr olması ve Lozan’da da bu talepleri için diretmesi, Süryanilerin Lozan Antlaşması maddelerinde Türk- Hıristiyan ve Ermenilerin de azınlık olarak kabul edilmesine neden oluyor. Ve tanınan hakların çervesi ve genişliği de doğal olarak değişiyor. Bu da bir diğer ifadeyle Ermenilerin asimilasyonuna sebebiyet verecek büyük bir etken oluyor.
1915 Taziye Mesajı ve Hrant Dink açıklaması yabana atılacak şeyler değil!
1915 Taziye Mesajı ve Hrant Dink açıklaması yabana atılacak şeyler değil. Ama yeterli olmadığı da kesindir çünkü nihayetinde bir sözdür. Bugün bunu söylersin seneye başka bir açıklama gelebilir. Bugünlerde mesela çok gündemde olan bir konu: Çanakkale kutlamalarının 24 Nisan’da yapılacak olması… Neden 2015’te? Senelerce 18 Mart’ta kutlanan Çanakkale, bu sene neden 24 Nisan’a ertelendi? Bu ne perhiz bu ne lahana turşusu… Yani günlük siyaset üzerinden yapılan bu açıklamalar çok da güvenilir gelmiyor. Bu zemin üzerinden herhangi bir şey inşa etmek de çok zor görünüyor.
Gelecekten ne bekliyorum?
1915, Ermeniler açısından tartışılmaz bir şekilde bir soykırımdır. Bunun kabul edilmesi ve bir şekilde aşılması lazım. Bu psikolojide de böyledir. İnsanlar, hataları ile bir şekilde yüzleşmek zorunda. Siyasi mesajların da somut bir karşılığı olmak zorunda. En basitinden Türkiye ile Ermenistan arasında diplomatik olarak herhangi bir ilişki olmaması, herhangi bir beklenti içerisine girmekten alıkoyuyor. O kapı açılmadan ne beklenebilir. İletişim kurmadığın bir komşunla, nasıl bir ilişkin olabilir ki? Neyi konuşup neyin pazarlığını yapabilirsin ki? Belki sınırların açılması Türkiye’nin konjonktürel ve ekonomi yapısı için çok büyük bir şey değildir ama Ermenistan için büyük bir kazançtır.
Tabii ki bu ülke de bizimdir ve çıkarları bizim için de önemlidir ama Ermenistan’a hiç gitmediğim halde bayrağını gördüğüm zaman, bu benim için çok şey ifade eder. Ciddi bir manevi bağımız olduğu bir gerçek.
Türkiye’de gelecek görüyor muyum?
Bu anlamda çok karamsar değilim. Ama Türkiye’de pek çok şeyin dilinin günlük olmaktan öteye geçemediğini düşünüyorum. Sokakta ya da kahvehanede konuşan insanların dili de aynı şekilde belli bir kesimin ya da belli bir insanın dili olmaktan öteye geçemiyor. Yani bir değerlendirme ve eleştirme süreci yok. Bu olumsuz bir durum olsa da mesela Ermeni meselesinin özellikle Hrant Dink sonrasında ciddi sükse yapması olumludur. Özellikle konuya tamamen uzak olan Türklerin bu konuya biraz daha yaklaşması da olumludur. Bu bilinç, 1915’in faillerinden olan Kürtlerde daha canlıdır. Yani bu konuların son dönemlerde daha çok tartışılmaya başlanması umut verici.
Resmi tarihin, yalanlar üzerinde kurulduğu artık ayyuka çıkmış durumda. Okullardaki ders kitaplarında Ermeniler, hâlâ hain olarak lanse ediliyor. Bir nesil bu düşüncelerle yetiştiriliyor. Özellikle Türk-milliyetçi kesimdeki bu sertlik, meselenin bu kadar geç konuşuluyor olmasında da çok etkilidir. Tarih yalan üzerine, siyaset inkâr üzerine kurulu olunca, bu direnç yaşamaya devam ediyor. Ama toplumsal düzeydeki farkındalığın daha ileri bir seviyeye çıktığı muhakkaktır. Zaten dönüşümün adımları halklardan gelecek ve devlet de alttan gelecek bu basınçla değişecektir.
Neler duydum?
PKK’dan bahseden iki Kürt amcanın tartışmasını duymuştum. Bir tanesi “bunların hepsi zaten Ermeni ve hep Ermenilerin işi” dedi. Bu bana dokunuyor mesela. Böyle bir şeyi neden Ermenilerle bağdaştırıyorsun? İllaki bağlantı kurulacak noktalar bulunabilir ama ikisi çok farklı konular. Niye topyekün bir milleti ya da etnik unsuru böyle hiç sorgulamadan, bilmeden, etmeden yargılıyorsun?
Anadolu’da Hıristiyan olmak
Adıyaman’da tarihsel olarak Ermeni kilisesi olduğunu bildiğimiz ancak şimdi Süryani kilisesi olarak hizmet eden Metropolitlik düzeyinde bir kilise var. Adıyaman, Malatya, Urfa ve çevre şehirlerden gelenler de var. Kilise, 2000’li yılların başından itibaren faal olmaya başladı. Biz 14-15 yaşlarından itibaren oraya gidip gelmeye başladık. Toplum zaten bizim ne olduğumuzu biliyor. Biz de toplumun bunu bildiğini biliyoruz. Yani herkes neyin ne olduğunu biliyor. Ama konuşulmaması gereken bir şey varmış gibi herkes susuyordu. Biz kiliseye gidip gelmeye başladıktan sonra bunu rahat rahat konuşmaya başladık. Biz Ermeniyiz ya da Hıristiyanız demeye başladık. Bu anlamda psikolojik bir eşik atlamış olduk ve toplum da tabii bizimle beraber değişti.
Mesela yaklaşık 50 yıldır aynı mahallede oturuyoruz. Kiliseye gidip gelmeye başladıktan sonra komşularımız selamı kestiler. Biraz bu şekilde devam etti. Mesela Müslümanların bayramlarında, onlara giderdik onlar da bizim bayramlarımıza gelirlerdi. Ancak o dönemde bir iki yıl sessizlik oldu. Biz de gitmiyoruz onlar da gelmiyor. Ancak sonrasında ilişkiler tekrar normale döndü. Yani bu durum, sadece bizim için değil toplumdaki diğer insanlar için de bir eşik atlama noktasıydı. Bir iki yıl içerisinde bu fikri ancak hazmedebildiler. Kökenimizi ve gerçekten Müslüman olmadığımızı bildikleri halde buna alışmaları çok uzun bir zaman aldı.
Mesela bizimle kiliseye gidip gelmeye başlayan ve esnaflık yapan akrabalarımız bu süreçte neredeyse iflas etme noktasına geldiler. Bunlar “gavur”, bunlar “Hıristiyan” gibi etiketlerle yaftalandılar. Cemaat aslen Ermeni olduğu öğrenilen bir imamın arkasında namaz kıldıktan sonra “Bunun arkasında kılınan namaz kabul olur mu?” diyebiliyordu. Yani zemzemle de yıkansa, 40 tas su da dökünse gavur gavurdur etiketi vardı.
Yine öyle bir durum olmadığı halde esnaflık yapan bir akrabamızın yaklaşık 9.000 nüfusu olan Kahta’da bir kilise açacağına dair bir söylenti yayıldı. Ve çok kısa bir süre sonra evlerinin önünde ses bombası patlatıldı. Biz sürekli Adıyaman’a gidip geldiğimiz halde ve Belediye Başkanı da böyle bir talebimiz olduğu takdirde bize bir kilise açacağını defalarca söylediği halde; biz buna yanaşmadık. Çünkü henüz buna hazır bir ortam yok, göremiyoruz.
Her değişim devlete mi bağlıdır?
Adına derin mi, paralel mi yoksa Ergenekon mu dersiniz bilmem. Ancak devlet bir tarafa sahip çıkmadığı müddetçe bu olayların gerçekleşmesi mümkün değildir. Bunun en bariz örneği Hrant Dink’in öldürülmesidir. Öldüren kişi yakalanıyor ve devletin memuru katille bir kahramanmış gibi fotoğraf çektirebiliyor. Diğer taraftan bu olayı önceden haber veren muhbirler bile binbir zorlukla yargılanıyor. Şu anda yargılanan isimler zaten bu olayda en alt düzeyde olanlar. Hiçbir şekilde olayın emrini verenlere ulaşılmış değil. Bu gidişat, bundan sonra yaşanabilecek şeyler için de esasen birer örnek teşkil eder. Devletin öncelikle hukuku işler hale getirmesi gerekir. Gerçek anlamda bir hukuk devletinde yaşıyor olsak bütün bunlar yaşanmayacaktı. Bence verilmesi gereken en büyük mücadele Türkiye’de hukuk devletini tesis etmek olacak.’
‘HIRİSTİYAN YAZAYIM MI?’ DİYE SORDU’
Benim ailem Adıyaman, Gerger’de yaşıyor. Annem ve babam hâlâ camiye giderler. Bölgedeki en bilinen dini grup olan Menzil’le bile bağlantıları var. Tabii herkes her şeyi bilir. Ben mesela Ermeni olduğumuzu 12-13 yaşlarındayken okulda öğrendim. Köyde okul olmadığı için yatılı okumuştum. Bir arkadaşla tartışırken bana “gavur” deyince ben de kimliğimi çıkardım “Bak kimliğimde de İslam yazıyor” dedim.
Ermeni olduğumuzu herkes biliyor. Peki devlet?
Kimliklerdeki İslam, ibaresini babam hâlâ değiştirmemiş. Çünkü resmi dairelerde ciddi sıkıntılar yaşanabiliyor. Devletin anayasasında her ne kadar din, dil, ırk ayrımı gözetmeksizin bütün vatandaşlarımız eşittir yazsa da Türk olmayanlar, hep bir adım arkadadır. Mesela amcam, 25 yıldır devlet memurluğu yapıyor. İşinin ehli ve hakimlerin ve savcıların beraber çalışmak istediği biri olmasına rağmen, müdürlüğe atanması hâlâ gerçekleşemedi. Yine Hukuk Bölümü’nde okuyan ve okulunu iyi bir dereceyle bitiren amcamın oğlu Hakimler- Savcılar Sınavını da iyi bir puanla kazandı ama hakim ya da savcı olamadı. Yani kimliğinde İslam yazdığı halde hakettiğin mevkiye gelemiyorsun. Yüzyıllardır bu ülkenin vatandaşı olduğun halde bu ülkede hakkını alamıyorsun.
Nüfus müdürlüğüne kayıt yenileme için gittiğimde, nüfus memuru cüzdanımda İslam yazdığı halde “Hıristiyan yazayım mı?” diye sordu. Demek ki bunlar devlet tarafından kayıt altına alınıyor ve biliniyor. Ancak bir Ermeni okuluna kayıt olmak istediğin zaman da “Sen Ermeni değilsin” diyerek başvurunu da yine devlet reddediyor.
Mesela bizim köydeki topraklarımızla ilgili taraf tutan hakim ve savcılar sebebiyle 26 yıl süren bir davamız oldu. Esasen dedeme ait olan toprakları işletmeleri için verdiğimiz rençberler bir süre sonra o toprakların kendilerine ait olduğunu iddia etmeye başladılar ve dava açtılar. Haklı olduğumuz bilindiği halde, dava karara bağlanamadı. Avrupa Birliği süreci ve hükümetin verdiği bazı azınlık hakları sonunda davanın sonuçlanması ancak sağlanabildi. Bu süreçte zaten elimizden çıkanlar da oldu. Ve mahkeme o topraklar için “Yeniden dava açılamaz” hükmünü koydu.
KAFASINDAKİ ERMENİ ALGISI MUHTEMELEN ‘İNSAN’ GÖRÜNTÜSÜ DEĞİLDİ
İstanbul’da Ermeniyim, peki Anadolu’da?
Benim Türk arkadaşlarım da, Kürt arkadaşlarım da var. Onlar, zaten bazı şeylerin bilincinde olan insanlar. Bizi en başta dışlayanlar sonradan Müslüman olan akrabalarımızdı.
Bir toplum içerisinde “Ben Ermeniyim” dediğin zaman, hemen “Nerelisin? Nereden geldin?” diye soruyorlar. “Adıyamanlıyım” deyince de Adıyaman’a nereden geldiğini soruyorlar. Kardeşim, ben tarih boyunca buradaydım zaten.
Üniversiteyi Yunanistan’da okudum. Yunanistan ile Türkiye arasındaki gel-gitli diplomatik ilişkiler toplumu da etkiliyordu. Bakanlardan ya da siyasetçilerden biri Türkiye ile ilgili olumlu bir açıklama yapınca okulda hemen “hepimiz kardeşiz” havası eserdi. Beni de zaten bir Ermeni olarak değil Türk gibi gördükleri için aynı şekilde siyasilerin olumsuz söylemleri söz konusu olduğunda da “zaten Türkiye ile böyle problemlerimiz hep olmuştu” deyip tepkilerini belli ediyorlardı.
Yunanistan’da okurken Adıyamanlı Kürt bir arkadaşım vardı. Ona Ermeni olduğumu söylememiştim, söyleme gereği de duymamıştım. Ermeni olduğumu duyunca inanamamıştı çünkü kafasındaki Ermeni algısı muhtemelen bir insan görüntüsünde değildi.
EŞİTLİK KAĞIT ÜSTÜNDE KALMAMALI
Hani Millet-i Sadıka idik!
Ermenilerin Millet-i Sadıka olduğu söylenirken bir yandan da ders kitaplarında arkadan vuran, hain olarak anlatılması büyük bir olumsuzluktur. Yaşananların, bir millete maledilmesi doğru değil. Bu yüzden değişimin de devlet bazında yapılacak düzenlemelerle yürütülmesi gerekiyor. Halkın bakışı, siyasî dilden muhakkak etkileneceğine göre devlet büyüklerinin, bizim de Anadolu’ya ait olduğumuzu söylemeleri gerekir.
Anadolu insanı ile yaşamak istediğim için buradayım
Kağıt üstünde yazılı olan hakların bize tanınması gerekiyor. Diğer vatandaşlara tanınan bütün haklar bize de verilmeli. Biz de bürokrat, yüksek düzeyde asker ya da polis olma hakkına sahip olmalıyız. Eşitlik kağıt üstünde kalmamalı. Görünürde eşit olunup arka planda soy kütükleri ile fişlemeler yapılmamalı. Hiçbirimiz vatanımızı bırakıp gitmek istemiyoruz. Ben zaten Avrupa’daydım ve orada kalma şansım da vardı. Ama kendi insanımla ve milletimle yaşamaya devam etmek istediğim için döndüm ve buradayım.
ERMENİ OLDUĞUMUZU KANITLAYAMADIK
Aslen Adıyaman, Kahtalıyım. İstanbul’a geliş amacım bir Ermeni Okulu’na kayıt yaptırıp, okumaktı. İlkokuldan liseye kadar Ermeni Okulu’nda okudum. Kayıt yaptırdıktan sonra devletten Ermeni olmadığımıza dair bir uyarı mesajı aldık. Bu kayıtların tutuluyor olması devletin bizi hala risk olarak görmesinden mi kaynaklanıyor? Lisede de aynı sorunu yaşadım. Sonradan ne yaptıysak da Ermeni olduğumuzu kanıtlayamadık.
Baskılar devri bitmiştir diyemiyoruz
Mesela Sevag Balıkçı, apolitik bir Ermeni olmasına rağmen askerlerin gözü önünde vuruldu ve bunun suçlusu açığa çıkmadı. Maritsa Küçük, Ermenilerin yoğun yaşadığı bir semtte vücuduna bıçakla haç çizilerek katledildi ve bu cinayetin hiçbir şekilde ardına düşülmedi. Bu gerçeklerle ancak demokrasi güçleri yüzleşebilir. Geçmişle yüzleşme bundan sonraki cinayetlerin de önünü alacaktır. Ermenilerin bir sözü vardır: “Biz sabah kahvaltısı, Kürtler de öğle yemeği oldu.”
TEK ÇÖZÜM YÜZLEŞMEK!
Türkiye-Ermenistan sınırının hâlâ kapalı olması ve Çanakkale anmalarının 24 Nisan’a alınması, hâlâ yüzleşmeye direnen bir devlet olduğunu gösteriyor. Bu noktada devletten çok da bir şey beklediğimi söyleyemeyeceğim. Toplumsal baskı ve devlet baskısı ayniyle devam ediyor. Anadolu’dan gelen Ermeniler olarak bizler de asimile olma korkusuyla, kimliğimizi saklama gereği duyuyoruz. Mesela ben, herhangi bir devlet dairesinde iş bulabileceğime dair bir umut taşımıyorum.
Bu yöndeki beklentim, demokrasi bloklarından. Meclis’e yüzleşmeyle ilgili sunulan yasa tasarısı olumlu bir adım olarak kabul edilebilir. 2014 taziye mesajı da önemli. En azından bir katliam olduğu kabul edilmiştir. Bu açıklamanın devamının gelmesi gerekirdi. Türkiye’nin sürekli karşısına çıkan bir mesele olması sebebiyle, bu açıklama Türkiye’nin de önünü açacak bir hamle. Bu yüzleşme hem devletin hem de toplumun yükünü hafifletecektir. Ve bu yüzleşme sayesinde geleceğe umutla bakmamız mümkün olacak. Bugün ana akım medyanın, devlet adamlarının ve devlet çizgisindekilerin bile Ermeni meselesini konuşması, algının ne kadar değiştiğini gösteriyor. Faşizan ulusalcılar bile artık “Yaptık ama neden yaptık?” tarzında açıklamalar yapabiliyorlar. Hrant Dink gibi isimler ve İnsan Hakları Derneği gibi kurumlar bu değişimin önderliğini yaptılar. Bu süreçte özellikle aydınların ön plana çıkmasını ve konuşmasını bekliyoruz.
Tarih kitapları hangi tarihi yazıyor?
Tarih kitaplarındaki algı değişmediği sürece halktan başlayacak bir değişimden bahsedemeyiz. Bu süreçler devlete endekslidir. Ben Ermeni Okulu’na okumama rağmen, tarih hocamız derslerin büyük bir kısmında Ermenilerin hain olduğunu anlatırdı. Kendi kimliğiyle var olan bir Ermeni okuluna bile böyle faşizan ifadelerle ders anlatılması güvercin tedirginliğinde yaşayan, bilinç düzeyi zaten düşük ve kapalı bir toplum olan Ermenileri kendi yalnızlığına terk etmekten başka bir işe yaramıyor. Ermeni okullarına atanan müdür ve öğretmenlerin bir ajan gibi çalışması ve rapor tutması da ayrı bir baskı unsurudur.
Ermeni okullarının bugünkü durumu da sıkıntılı. Lozan sonrası Ermeni okullarına özel okul statüsünde izin verilmişse de ücretlerin yüksekliği sebebiyle her Ermeni’nin kaydolması mümkün olamadı. Bu durumda Ermeniler, yine devlet okuluna mecbur bırakıldılar. Bunun yanında bu okulların bir de iç tehdit olarak algılandığını görüyoruz. Okula atanan öğretmenlerin milli duyarlılığa sahip Türkler olması da ayrıca tartışılması gereken bir konu. Halk Eğitim Merkezi’nde müdür olarak görev yapan Türk arkadaşımız bir Ermeni okuluna başvurduğu ve okul yönetimi kabul ettiği halde atanamadı. Arkadaşımız bu konularda hassasiyet sahibi bir kimse olduğu için atanması sistemin işine gelmedi.
En büyük bedel, en büyük eşik: Hrant Dink
Eskiden Ermeniler, “Nisan ayı gelmesin, 1915 konuşulmasın” diye düşünür ve korkarlardı. Ancak Hrant, bu korkuların yenilmesini sağladı. Onun öldürülmesi, belki de tüm hayatı boyunca vereceği mücadelenin semeresidir. Sadece Ulusalcı düşünce taraftarlarından değil Ermeni halkı içerisinden de ciddi tepkiler alan Hrant Dink’in amacı bu iki toplumu insanî boyutta bir araya getirmekti. Trabzon gibi bir yerde verdiği mesajlar sonrasında insanlar salondan ağlayarak çıkmışlardı. Anadolulu olduğumuz, buraya ait olduğumuz ve hatta buranın en kadim halklarından biri olduğumuz Hrant Dink sayesinde konuşulmaya başlandı. Resmî devlet tarihindeki en büyük anma Hrant Dink yürüyüşüydü. O gün, tüm ötekiler bir araya gelerek ortak mücadelenin sayesinde demokratikleşmenin evrimini tamamlayacak adımı attılar. Devlette örgütlü bir muhalefet mekanizması olmadığı müddetçe, devletin demokrasi sorunu çözülmeyecek. Bu topraklarda yaşayan herkesin Türk olduğuna dair ifadelerin yer aldığı anayasa, değişmediği sürece benim umudum tazelenmeyecektir. Geçmişle yüzleşilmeli. Ermeni kimliği tanınmalı, 1915’ten beri Anadolu dışında yaşayan Ermenilerin Anadolu’ya dönüşü sağlanmalı. Hrant’ın dediği gibi, bu topraklarda gözümüzün olduğu doğrudur ama bu toprakların dibine girmek için isteriz Anadolu’yu…
Arkadaşlarımın çoğu Kürt… Türk arkadaşım neden yok?
Çevremiz, bir ideolojisi olan ve demokrasi mücadelesi veren, belli bir bilinç düzeyine ulaşmış insanlardan oluşuyor. Benim arkadaş grubum genelde Kürtlerden oluşuyor. Biz kimliğimiz sebebiyle ister istemez izole oluyoruz. Türkler de kendi duvarlarını korumaya devam ediyorlar. Ama biz buradayız ve kültürümüz gereği toplumun tüm kesimleriyle iletişim kurmaya hazırız. İnsanî boyutta düşünebilen herkesle diyalog kurarız. Demokrasi mücadelesi veren çevreler dışında bize duvar çekenler için de yapabileceğimiz bir şey yok.
ARKADAŞLAR ‘GAVUR’ DİYE BAĞIRINCA…
Babam Adıyaman, Kahta Ermenilerinden, annem de Gergerli Süryani bir aileden… Babam aslında 9 yaşına kadar camiye götürülüp getirilen, Müslüman olduğunu zannettiği bir çocukluk geçirmiş. Büyük dedelerimiz soykırımda katledildikten sonra çocukları köylerdeki belirli Müslüman aileler sahiplenince bir “müslümanlaştırılma” sürecine girilmiş. Ama o dönemde de sonrasında da herkes her şeyi biliyor. Yine benzer bir hikâyeyle benim babam da Ermeni olduklarını sokakta öğrenmiş. Arkadaşları “gavur” diye seslenince eve gidip babasına gavurun ne demek olduğunu soruyor. O döneme kadar bunun saklandığını ve çocukluktan itibaren Müslüman gibi yetiştirilen bir Ermeni olduğunu öğreniyor. Babam bunu öğrendikten sonra kendi değerleriyle yaşamak ve soyunu bu değerler üzerinden devam ettirmek istiyor. Ve hayatına bir Hıristiyan olarak devam ediyor. Akrabalarımız içerisinde toplumsal baskı sebebiyle hâlâ bir Müslüman gibi yaşayanlar da var. Ama babam bunu tercih etmeyerek evliliğini de Süryani bir kadın olan annemle gerçekleştiriyor. Ben 3 yaşına gelene kadar Adıyaman’da kalıyoruz ve sonra İstanbul’a yerleşiyoruz.
Aslında Ermeniyiz, Aslında Süryaniyiz, Aslında Türkiyeliyiz Ama Hiçbiriyiz!
Babam esasen Ermeni olduğu halde annemle evlendikten sonra Süryanileşiyor. Çünkü Ermenilere sahip çıkan kimse yok. Babam da hep “Ben Süryanilik yapan bir Ermeniyim” der zaten. 1915 ve sonrasında dağılmış olan Ermenilere sahip çıkanlar Süryaniler oluyor. Ve onlar da müslümanlaşmaktansa süryanileşmeyi tercih ediyorlar. Bu bizim için aslında çok daha karmaşık bir durum. Çünkü biz aslında Ermeniyiz, aslında Süryaniyiz, aslında Türkiyeliyiz ama hiçbiriyiz. Hepsiyiz ama hiçbir kaba sığamıyoruz.
Süryanice Öğrendim Ama Okulumuz Yok
Süryani kültürünü öğrenmek için Süryanice öğrendim ama bizim bir okulumuz bile yok. Rumlar ve Ermeniler daha geniş birer kitle oldukları için bu konuda daha avantajlılar. Okulumuz olmadığı için eğitimi sadece kiliselerde alabiliyoruz. Sadece Ermeni olsam bir Ermeni okuluna gidip okuyabilirdim ama Ermeni kökenli bir Süryani olarak devlet okulunda okumamın bana hiçbir faydası yok.
Lisede Süryaniyim dediğimde arkadaşlarım ne olduğunu bilmiyorlardı ama merak da ediyorlardı. Ermenilere karşı ciddi önyargılar olduğu halde Süryaniyim dediğim zamanlarda daha olumlu tepkiler alıyordum. Ermenilerle ilgili konuşmaya başladığım zaman içlerinden “Ne gerek var ya! Zaten hain olduklarını biliyoruz.” dediklerini biliyordum. Ama ben herhangi bir düşünceyi dayatmadan bildiklerimi anlatınca karşımdaki de kendi kararını vermiş oluyordu.
SUSMAMAYA YEMİN ETTİM
Meltem Değil, Marta!
Kimliğimde adım Meltem olarak kayıtlıydı. Ama vaftiz ismim Marta’yı ailemin desteğiyle kullanmaya başladıktan sonra kimlikteki ismimi de değiştirdik. Tabii ilkokul ve lise dönemlerinde hep Meltem ismiyle çağrıldım. Bu dönemde de yine duyarlılık sahibi insanlar sayesinde ve benim de bundan memnun olduğum izlenimini yaratmam sonucunda Marta’yı daha çok tercih ettik. İlkokuldayken Hristiyan olduğumu -çekindiğim için- saklama gereği duyuyordum. O çekingenlik sebebiyle kimseyle paylaşmamıştım. Bir gün arkadaşımın biri gazete okurken “öldürülen Ermeni p.çi Hrant Dink” gibi ahlaksız bir ifade ile haberi okudu. Bu benim sessiz kaldığım son hadise oldu diyebilirim. Bundan sonra benzer hiçbir olay karşısında susmamaya yemin ettim. Bu yüzden Hrant Dink benim için ayrı bir dönüm noktasını ifade eder. Liseye geçince de kimliğimi açık bir şekilde yaşamaya ve anlatmaya başladım. Hatta din derslerine girip hocalarla tartışmalar yaşadım. Derdim hem konuşulan şeyleri öğrenmek, hem de onlara cevap vermekti. Ve en önemlisi de insanlardaki bu önyargıyı kırmaktı. Bunun için de hep direndim, konuştum, sustum, tavır koydum. Bu direncim hem benim için hem de karşımdaki insanlar için olumlu sonuçlar doğurdu. Hem ben susmamış oldum hem de onlara bildiğim doğruları anlatmış oldum. Lisede arkadaşlarım, öğretmenler ve müdür yardımcısı dahil herkes bana Marta demeye alışmıştı. Babamın da adı kimlikte hala Ramazan olarak kayıtlıdır mesela. Tabii alışkanlıklar kolayca değişmiyor ama vaftiz olduktan sonra Juhanna adını alınca biz kendi aramızda da bu ismi kullanmaya başladık.
Ermeni aileler ne eylesin?
İlkokulda Ermeni olduğumu sakladığımdan ailemin haberi yoktu. Eğer biliyor olsalardı buna kızacakları kesindi. Yani Ermeni ailelerin önce kendilerini tanıması sonra da bu kimlikleri üzerinden çocuklarına destek olmaları gerekir. Benim bu direnişime en büyük destekçim ailemdi.
Türkiye’den gitmek mi? Sözümden vazgeçmek olmaz; bir kötü varsa muhakkak bir iyi de vardır.
Benim için önemli olan kendi ışığımı tutup bir şeyler yapabilmektir. İnsanların önyargılarını kırmak ve onlara “bizi” anlatmak üzere kendi kendime söz vermiştim. Şimdi bu sözümden vazgeçip gitmek olmaz. 1915’te dedelerimi en yakın komşuları katletmiş ama diğer komşuları da sahip çıkmış ve saklamış. Yani bir kötü varsa muhakkak bir iyi de vardır. Bu gidişin değişeceğine inanıyorum. Bunun için de ışığımı söndürmemeye gayret etmekten başka yapabileceğim bir şey yok.
ANADOLU’DAKİ EN KADİM MİLLETİZ
Babam Süryani, annem de Ermeni ailelerden geliyor. Aslen Adıyamanlıyım ama babam Mardin doğumlu olduğu için kimlikte Mardin yazıyor. Mardin’e göç etme hikâyeleri de sosyal baskının en temel örneklerinden biridir. Köylerinde Müslüman olmayan ailelere saldırılar düzenlendiği için dedem ve babannem Mardin’e göç ediyor. Ama akrabalarından Müslüman olup Adıyaman’da kalmayı tercih edenler de olmuş tabii.
Ben İstanbul doğumluyum. Devlet okulunda okudum. Annem her ne kadar beni Ermeni okuluna kaydettirmeye uğraşsa da bu mümkün olmamış. Ebeveynlerin her ikisinin de Ermeni olması gerektiği gibi bir kural olduğu için kaydım kabul edilmemiş. Ne ilkokulda ne de lisede Hıristiyan olduğumu çevremden gizlemedim. Sadece dershanede düzenlenen bir etkinlikte hocanın “Eşinizde ne gibi özellikler ararsınız?” sorusuna “Gavur olmasın yeter.” diye cevap veren bir arkadaşım sebebiyle kimliğim hakkında konuşmamaya karar verdim. Tepkilerinin ne olacağını kestiremediğim için biraz çekindim.
“Kelime-i Şehadet Getireceksin” Dediler
10. sınıfta ciddi boyutlarda ayrımcılık yapan bir tek arkadaşım vardı. Kendi aralarında “Bu Hıristiyan galiba” diye konuşup Müslüman olmadığımdan iyice şüphelenince birkaç kişi gelip Kelime-i Şehadet getirmemi istediler. Ben de “Niye getireyim ki?” deyip doğal olarak reddettim. Bunun dışında pek sıkıntı yaşadığım söylenemez. Bizim nesil bu anlamda çok daha şanslı tabii. Annemin ilkokul çağlarında, kış mevsiminde okullarda soba yakılırmış. Sobaya odun atan bir hocası: “Bu sobadaki odunlar nasıl yanıyor, görüyor musun? Siz de işte böyle yanacaksınız” demiş. Bana böyle bir şey dense herhalde olay çıkarırım. Şimdi de benzer bir ayrımcılığı tarih derslerinde hala görebiliyoruz. Tarih dersi hocaları Ermenilerin hepsini hain olarak ilan ettikleri gibi katliamı da kabul etmiyorlar. Bu meselelerden dolayı yurtdışına taşınmak istediğim zamanlar çok oldu. Ama burası bizim de vatanımız. Hatta Anadolu’daki en kadim milletiz. O yüzden de kalıp bu ayrımı yapanlarla ölene kadar mücadele etmem gerektiğini düşünüyorum.
Devlet evlatları arasında ayrım yapmasın
Devlet, anne-baba, millet de çocuklar gibidir bana göre. Devlet çocukları arasında ayrım gözetmeyen bir yönetim olarak işlerse, milletler de bu düzene uyum sağlayacaktır. Belki çocukları her biri içte anne-baba gibi düşünmez ama onlara uyum sağlamak zorunda kalır. Yani önce devletin adım atması lazım ki millet de arkasından yürüyebilsin.
Adil Hafıza