25 Ocak 2015
1911 yılında İstanbul’da doğmuş bir müzisyenin hikâyesi bu: 17 yaşında, kardeşinin piyanosu eşliğinde bir keman resitali veren Harutyun’un başarı öyküsü. 1944’te, Cemal Reşit Rey’in kurduğu İstanbul Belediye Konservatuvarı Şehir Orkestrası’na giriyor bu genç ve 27 yıllık mesaisi sonrası emekliye ayrılarak 1973’te en büyük düşlerinden birini gerçekleştiriyor: Hanesyan Oda Orkestrası.
Geçtiğimiz hafta, Okan Üniversitesi himayesinde, Avrupa Birliği tarafından finanse edilen ve Ermenistan-Türkiye Normalleşme Süreci Destek Programı’nca desteklenen “Türk-Ermeni Diyaloğu ve Söylem Dönüşümü Atölyesi” kapsamında, “Ermenistan’dan Türkiye’ye Müzikal Bir Yolculuk” başlıklı bir söyleşi gerçekleştirdim. Memlekette tanınan, sevilen, bilinen/bilinmeyen Ermeni besteciler, onların memleket müziğine katkıları, Ermenistan’dan Türkiye’ye çakılmış selamlar gibi mevzularda birkaç kelam ettim, plaklar dinlettim. Heyecanlı bir buluşmaydı. Sadece Ermenistan’dan gelen gençleri değil, bizden dinleyicileri de şaşırtan bilgiler vardı; öğrendiğimde benim de şaşırdığım bilgiler… Ekseriyetle pop ve alaturka üzerinden ilerledim ama arada klasik müziğe de kaydım. Geleneği değiştiren Udî Hrant’tan “Sakın Geç Kalma Erken Gel”in bestecisi (şarkının güftesini yazan Ahmet Rasim’in de muhabbet ve çapkınlık arkadaşı) Kemanî Tatyos Efendi’ye uzanan, oradan Udî Yervant’a kadar gelen alaturka hattı, bilhassa erken dönemlerde Ermeni müzisyenlerce şekillendirilmiş. Pop derseniz, ziyadesiyle bereketli: Liste, Marten Yorgun idaresinde Mavi Çocuklar’dan Malatya doğumlu Marc Aryan’a uzanıyor. Onno Tunç, Garo Mafyan, Reyman Eray gibi isimlere, Cenk Taşkan adıyla bildiğimiz Majak Toşikyan’ı eklediğimiz takdirde, bir deryayla karşılaşıyoruz.
Deryayı deşme niyetinde değilim, şu küçücük yazı için bu fazla iddialı olur. Onun için pop tarihinden seçtiğim iki az bilinen plaktan söz edeyim ve klasik müzik faslına geçeyim. Anmak istediğim ilk plak, bir 45’lik: “Ahtamar”. Benon Kuzubaş tarafından bestelenen ve Van Gölü içindeki Ahtamar adasını anlatan bir destan bu. Düzenlemesini Reyman Eray’ın yaptığı şarkıyı, Berç Noradunk seslendiriyor. Hikâyeyi, plak kapağından özetleyerek aktarayım: “(…) bir adacıkta yaşayan Tamar, her gece bir ateş yakarak sevgilisini bekler. Delikanlı ateşin yardımıyla adaya doğru yüzer. Buluşurlar. Günün birinde Tamar’da gözü olan, köyün kıskanç delikanlıları, kızın sevgilisine yol göstermek için yaktığı bu ateşi söndürür. Yönünü şaşıran delikanlı, azgın dalgalara kapılır. Boğulurken ağzından çıkan son sözcükler, ‘Ah! Tamar!’ olur. O günden sonra adacığa Ahtamar adı verilir.” Plağın yayımcısı, Maral adlı şirket. Anacağım ikinci plak da bu şirket tarafından yayımlanmış. Dahası, şirketle aynı adı taşıyan bir müzik topluluğunun plağı bu: Maral Müzik ve Dans Topluluğu’nun (ikincisi yayımlanmayan) ilk albümü, “Buket”. On üç Ermenice şarkıdan müteşekkil. Aralarında “Dıle Yaman” gibi popüler şarkılar da var. Her şey bir yana, memlekette yayımlanan ilk Ermenice albümlerden biri olduğu için mühim.
Ermenice, tıpkı Kürtçe gibi, 12 Eylül 1980 sonrasında yasaklanan bir dil. Memleketin nefret tarihine utançla ekleyeceğimiz bu yasak, Ermeni lafının bile küfür olarak algılandığı bir dönemin simgesi. Bugün, bu yasak kalktı belki ama maalesef toplumun bir bölümü için Ermeniler, “yok edilmesi gereken düşman” kategorisinde. Ermenistan’da da tersi geçerli bunun: Devletin okullarında, çocuklara, Türklerden nefret edilmesi gerektiği öğretiliyor. 80’lerin ilk yıllarında okumuş bir çocuk olarak, tarih atlaslarından Ermenistan yazısının silindiği günleri gördüm: Ortaokuldaki tarih öğretmenimiz hepimizin atlasını tek tek almış, haritalardaki yazıyı siyah ispirtolu kalemle (ve evet, nefretle) karalamıştı. Tarih atlasıydı, evet çünkü henüz Ermenistan bağımsızlığını kazanmamıştı, devletçe eskiye bile düşmandık. Tam da o günlerde yayımlanan bir albümü, bu utancı temizlemeye yönelik bir çaba olarak algılamak mümkün. Elbette devletin kirini müzikle silmek mümkün değil ama müziği kalkan ederek o kirin üzerimize bulaşmasını engelleyebiliriz. Bu, hep böyle oldu: En ümitsiz anlarda müzik devreye girdi, utançlardan biraz da onun sayesinde kurtulduk. Dahası, her zaman direnme gücü ve umut verdi müzik. İyi ki öyle oldu.
Klasik müzik demiştim, pek bilinmeyen bir hikâyeyi anlatayım… 1911 yılında İstanbul’da doğmuş bir müzisyenin hikâyesi bu: Harutyun Hanesyan. Esayan Ortaokulu ve Robert Kolej’deki eğitimi boyunca dönemin mühim müzisyenlerinden dersler alan, Harutyun Sinanyan’dan aldığı keman ve teori derslerinin sonucunda, 17 yaşında, kardeşi Anahit Hanesyan’ın piyanosu eşliğinde bir keman resitali veren bir gencin başarı öyküsü. 1944’te, Cemal Reşit Rey’in kurduğu İstanbul Belediye Konservatuvarı Şehir Orkestrası’na giriyor bu genç ve 27 yıllık mesaisi sonrası emekliye ayrılarak 1973’te en büyük düşlerinden birini gerçekleştiriyor: Hanesyan Oda Orkestrası.
Orkestra, Türkiye’de, bildiğim kadarıyla iki plak yaptı, ikisi de Aras Plak tarafından yayımlandı. Ermeni meselesi bir yana, klasik müzik plaklarının da üvey evlat muamelesi gördüğü yıllarda, bu, mühim bir adımdı. Enstrümantal şarkılardan oluşan ilk plak, “Works from Harutyun Hanesyan for Instrumental Armenian Music”, 80’lerin ilk yarısında piyasaya çıkmış. Diğeri de onu takip eden dönemde… Bu kez, vokal de devreye girmiş. İlk plakta, beş eser var: “Armenian Suite No.1”, “Nocturne No.2”, “Burlesque”, “Rapsodie” ve “Visions”. Obua ve yaylı çalgılar için düzenlenmiş “Rapsodie”nin solisti, Celâl Akatlar. Avusturya’da kaydedilen plak, üç dilde (Türkçe, İngilizce ve Ermenice) hazırlanan kapak notlarıyla da önemli bir belge. İkinci plakta vokal de devreye giriyor demiştim: İlk yüzü enstrümantal eserlerden oluşan plağın ikinci yüzü lied’leri içeriyor ve orkestra, soprano Alis Manukyan’a eşlik ediyor. Çellist Nusret Kayar, plağın diğer solisti. Orkestranın bir plağı da 1986’da Avusturya’da yayımlanmış. Bu kez enteresan bir solist var kadroda: Balarısı namıyla maruf Ahmet Faik Şener! Ağız armonikasının -ki mızıka diye de bilinir- en mühim solistlerinden biri olan Balarısı Ahmet, bu plakta, orkestra eşliğinde kendisi için yazılmış fantaziyi seslendiriyor. Bu, Balarısı Ahmet’in de ender kayıtlarından biri.
Hanesyan Oda Orkestrası, her şeye rağmen ümidimizi diri tutan kuruluşlardan. Ermeni meselesinin abartıldığı günlerde konserleriyle, plaklarıyla bambaşka bir hattan Ermenilerin sesini duyurmuş. Yazının sonunda enteresan bir bilgi vereyim: Harutyun Hanesyan, “Atatürk’ün doğumunun 100. yılı”nın kutlandığı 1981 yılında, bir Atatürk Marşı yazmış ve bunu, orkestrasıyla verdiği bütün konserlerde seslendirmiş. Yazık ki, devlet bunu görmemiş ve “savaş yalazlarıyla ak ettin kara günü” gibi “mânâlı” sözlerin yer aldığı marşı resmî marş olarak kabul etmiş. Müziğin gücü bütün nefretleri ortadan kaldırabilecekken, devlet, müzikle nefreti körüklemeyi tercih etmiş. Bugün de yapılan bu. Tek farkla: Müzik, günah olduğu gerekçesiyle, artık olaydan uzak tutuluyor.
Ermenilerle, Kürtlerle, Rumlarla kardeş olduğumuzu kanıtlayan pek çok şey var; ortak dilli şarkılar ve birbirimizden etkilenerek yapılan besteler/düzenlemeler, bunların başında geliyor. Fena olan, bu kardeşliği kanıtlamak zorunda olmamız. Kardeşlik kanıtlanmaz oysa. Kanıtlanacak duruma getirildiyse, bunu yapan, başta insanlık suçu işlemektedir. Kimsenin kimseye düşman olmadığı günler uzakta değil. Olmamalı. Müzik, bunu anlamamız için iyi bir araç.
Geçtiğimiz pazartesi, sekizinci ölüm yılında andığımız Hrant Dink’in şu sözleri, kulağımıza küpe olsun: “Gelin önce birbirimizi anlayalım… Gelin önce birbirimizin acılarına saygı gösterelim… Gelin önce birbirimizi yaşatalım.” Yazık ki, bunları söyleyen, bir “insan” tarafından öldürüldü. Memleketin en büyük utançlarından biri bu. Üzerine ne desek az. Bir 24 Ocak günü, yine söyledikleri/yazdıkları yüzünden öldürülen Uğur Mumcu’yu, ölümünün 21. yılında andık dün. Bir daha böylesi cinayetlerin işlenmemesi, en büyük isteğimiz. Ülkenin yönü, bunu körelten bir yere doğru gitse de, umut hep baki. Bize yaşama ve direnme gücü veren, biraz da bu.
Birgün