09 Mart 2014
24 Nisan Ermeni Soykırımı, İttihat Terakki Faşizmi, Katliamcı Türk Devleti, Mustafa Kemal Atatürk, Soykırım İnkarı, TBMM Gizli Celse Zabıtları, Tehcir Yasası, Türk Irkçılığı
Türkiye, Ermeni soykırımı olarak ifade edilen olayların Osmanlı döneminde yaşandığını ve Ankara hükümetinin bu konuda pek az sorumlu olduğunu öne süregelir. Ancak Türkiye Meclisi’nin gizli celse zabıtları Ermeni soykırımının 1915 ile sınırlı olmadığını T.C’nin kuruluş süreci ve ilk yıllarında da sürdüğünü ortaya koyuyor.
Ermeni soykırımı konusunda resmi ideolojinin son yıllarda oldukça zor durumda bulunduğu açıktır. Bir yandan devlet; ‘Ermeni soykırımı diye bir şey olmadı, tam tersine Ermeniler müslümanları ve Türkleri katlettiler’ iddiası üzerinde inatla dururken, diğer yandan ara bir tez giderek yaygınlaşıyor. Bu tez şöyle özetlenebilir: ‘Katliamı Osmanlı ve İttihatçılar yapmıştır, bunda M. Kemal ve Cumhuriyetin bir suçu yok, dolayısıyla olayı bu biçimiyle yani, geçmişte savaş koşullarında olmuş bitmiş bir olay olarak kabul edip, tartışmayı kapatalım.’
Biz bu yazıda azınlıkların Anadolu’dan yok edilmesi ve ekonomik varlıklarının zorla gaspedilmesi sürecinin Kurtuluş Savaşı yıllarında da nasıl devam ettiğini, Ermenileri soykırıma uygulatan mantığın, sadece İttihatçı liderlerle sınırlı olmayıp asıl olarak egemen kesimlerin mantığı olduğunu, Türkiye Meclisi gizli oturum belgeleriyle göstermeye çalışacağız.
Yazıda kullandığımız kaynak Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları tarafından 1985 yılında yayınlanmış olan “TBMM Gizli Celse Zabıtları”dır. Alıntılarda sadece cilt ve sayfa numarası belirtmekle yetineceğiz.
Cumhuriyet ve savaş döneminde soykırım
Kurtuluş Savaşı sürecinde Rum ve Ermenilerin Anadolu’dan tümüyle yokedilmeleri mücadelesi bütün hızıyla sürdü. Öyle ki Ermenilere fabrikalarda işçi olarak bile tahammül edilememektedir. 3 Temmuz 1920 tarihinde yapılan gizli oturumda M. Kemal’in şu sözleri bu bakımdan dikkate değer:
“Eskişehir’de imalathanede Ermeni olduğundan bahsedildi. Bunları alelıtlak (ne olursa olsun) atmak taraftarıyız. Fakat Rum ve Ermenileri atmakla bütün makineler duruyor. Böyle bir zaruret yüzünden onları değiştirmek kabil olamıyor.” (C. 1 s. 74)
Ermeni soykırımına ve Rumlarla çatışmalara rağmen Dünya Savaşı sonrasında Anadolu topraklarında hala önemli bir Hıristiyan nüfus bulunmaktadır. Örneğin Müdafaai Milliye VekiliFevzi Çakmak, 22 Ocak 1921 tarihli gizli oturumda 800 bin kadar Hıristiyan bulunduğunu bunların çoğunun da Karadeniz illerinde varolduğunu söylemektedir. Ayrıca gayrımüslimler ekonomik hayattaki yerlerini yine de korumaktadırlar.
Gayrı-müslimlerin mallarına göz dikildi
Türk Egemen sınıfların sorunu, bunların tümünden nasıl kurtuluruz ve ticarete, sanayiye nasıl el koyabiliriz noktasında toplanmakta ve buna çareler aramaktadırlar.
M. Kemal’in yukarıdaki sözleri sarfettiği oturumdan bir, iki hafta önce Yozgat’ta bir Ermeni kırımı yapılmıştır. 23 Nisan 1920’de Türkiye Meclisi açıldıktan sonra Yozgat’ta Çapanoğlu ailesi öncülüğünde bir isyan patlak vermiş, isyancılar üzerlerine gönderilen düzenli ordu birliklerini de yenip Yozgatı işgal etmişlerdi. Batı cephesinden çağrılan ve 20 Haziran 1920’de Ankara’dan Yozgat’a hareket eden Çerkes Ethem isyanı bir hafta içinde bastırmıştı. Bu konuda bilinenler bunlardır. Ama “TBMM Gizli Celse Zabıtları” bu olayın başka yönlerinin de olduğunu gösteriyor.Olaydan neredeyse iki yıl sonra 18 Mart 1922 tarihli gizli oturumda Eskişehir Mebusu Hüsrev Sami Bey sorguya çekiliyor. Bu kişi Ethem Yozgat’a giderken M. Kemal’in isteğiyle onun yanına gönderilmiştir. Hüsrev Sami görevinin Ethem’e kılavuzluk yapmak ve Divanı Harp kararı olmadan insan asılmasına engel olmak olduğunu söylüyor. Çünkü Ethem keyfine göre insan asmaktadır. Hüsrev Sami bu teklifi önce reddediyor. Sebebine gelince: Hüsrev Sami Yozgatlıların kendisinden intikam almaya kalkabileceklerini söylüyor.
Yozgat’ta Ermeni kırımı
Yozgat Ermeni kırımının olduğu önemli merkezlerden biriydi. Boğazlıyan Kaymakamı Kemal Beyde bu nedenle İstanbul’da yargılanıp asılmıştı. Hüsrev Sami eniştesinin de Ermenileri kesti diye Yozgatlılar tarafından mahkum edildiğini söylüyor. Bu kırıma rağmen Yozgat’ta hala Ermeniler yaşamaktadır. Hüsrev Sami itiraz etmesine rağmen İsmet ve M. Kemal’in ısrarıyla Ethem’le birlikte yola çıkıyor. Yozgat’ı kuşatıyorlar. Sonra top ateşi yapıp ardından Ethem’in güçleri Yozgat’a giriyor. Hüsrev Sami çatışma çıktı diyor ve anlatıyor:
“Efendiler mahaşarallah Yozgat’ın kadınları, bizim müfrezenin efradı (fertleri), hepsi Rum ve Ermeni mahallesini yağma ediyorlar ve Ermeni mahallesi yandı. Birçok maktül (ölü) vardı. Bunu huzuru alinizde itiraf ediyorum. Miktarını Allah bilir.” (C. 3 s. 91)
“Şimdi efendim, bu memleket içerisine efradı müfreze girdiler ve sabaha kadar yağma ettiler ve bazılarını katlettiler. Ne buldularsa Rumlardan, Ermenilerden yağma ettiler ve bazılarını da katlettiler ve yaktılar. (...) Binlerce koyun, araba, sığır getirilmiş ve burada Meclisin bir kilometre aşağısında satılmıştır.” ( s. 92)
Yozgat Mebusu Süleyman Sırrı Bey, bunları anlatan Hüsrev Sami’yi tümüyle doğrulamıyor. Süleyman Sırrı olay sırasında Yozgat’ta hapistedir. Yani olayı bizzat yaşamış bir kişidir. Süleyman Sırrı Ermeni mahallesinin yağmalanıp Hıristiyanların katledildiğini doğruluyor ama top atıldıktan sonra isyancılar kaçtılar, Ethem güçlerine ilk başta karşı koyan olmadı diyor. Hatta kendisini oğlunun gelip hapisten çıkardığını ve diğer mahkumların da serbestçe çıktığını söylüyor. Yani Süleyman Sırrı karşı koyma olmadığı halde bilinçli bir yağma ve katliamın yapıldığını ima ediyor. Sonra şunları ekliyor:
“Hıristiyan evlerine gelince, yağmaya koyuldular. Herifin hayatı, malı gidiyor. Pencereden bomba attılar. İçinde gavurları yaktılar.” (s. 94)
Süleyman Sırrı Bey’in ve Hüsrev Sami’nin anlattıklarından sadece Hıristiyan azınlıkların saldırıya uğradığı, Müslümanlara dokunulmadığı, hatta yağmalama işine yöre halkının da bizzat katıldığı sonucu çıkıyor.
Bazı yazarlar Ethem’in M. Kemal’le arayı bozmasına bakarak, ondan bir halk kahramanı çıkarmaya çalışıyorlar. Bu apayrı bir konu ama bunun doğru bir tavır olmadığını belirtelim.
Kurtuluş Savaşı sürecinde geride kalan azınlık nüfusu bezdirmek, panikletip kaçırmak için elden ne gelirse yapılmaya devam edilmektedir. Örneğin Fevzi Çakmak sözünü ettiğimiz 22 Ocak 1921 tarihli gizli oturumda Hıristiyanlardan askerlik için bedeli nakdi alınmasını ve bunların imalathanelerde, nafıa işlerinde yani yol, köprü, tünel gibi bayındırlık işlerinde çalıştırılmasını önermektedir. (Bu öneri İkinci Dünya Harbi’nde esas olarak hayata geçecektir, göreceğiz.) Fevzi Çakmak’ın bu önerisi karşısında, Malatya Mebusu Fevzi Efendi:
“Efendiler, Ermenilerin denaatı, ihaneti malumdur.(Yaşa sesleri)” dedikten sonra Ermeni, Rum ve Yahudilerden 500 Lira bedeli nakdi alınmasını, hem de bunların Erzurum’a, Sivas’a yollanıp yollarda çalıştırılmasını ister. Ardından da; “Maksadım onların ezilmesidir.” (s.322) diye ekler. Yani Birinci Dünya Savaşı ve Ermeni Tehciri sırasındaki azınlık düşmanlığı tüm hızıyla sürmektedir.
Kürt ve Rum kırımı da başlıyor
Özellikle Doğu Karadeniz bölgesindeki Rumların durumu Türkiye Meclisi’nin açıldığı 1920’den, Büyük Taaruz’un yapıldığı 1922’ye kadar birçok gizli oturumun nedeni olmuştur. O yılların Dahiliye Vekili Fethi Bey (Okyar) bu bölgede 85 bin Rum bulunduğunu söylerken, o dönem (1922 yılı) Canik Mebusu ve Amasya İstiklal Mahkemesi üyesi olan Emin Bey, kayıtlara göre yaklaşık 94 bin Rumun bulunduğunu söylüyor ve tahminen 4 bin Rumun da dağlarda eşkiyalık yaptığını belirtiyor. Biz bu rakamı 100 bin Rum olarak yuvarlayalım. Egemen sınıfların sorunu Samsun, Giresun, Ordu, Trabzon gibi illerde yaşayan bu 100 bin Rumdan kurtuluş yolu bulmaktır. Fazla da düşünmüyorlar. 1915 yılının baharında Ermenilere uygulanan yöntemi bu sefer 1921 yılının Temmuzu’nda Rumlara uygulamaya başlıyorlar. Hükümet 15-50 yaş arası Rum erkeklerin tümünün iç bölgelere sürülmesi kararı alıyor ve bunun uygulanmasını da Merkez Ordusu Komutanı Sakallı Nurettin Paşa’ya bırakıyor.
Burada Sakallı Nurettin Paşa hakkında biraz bilgi vermemiz gerekiyor. Bu kişi işkenceyle insan öldürmekten, toplu katliam ve zulüm yapmaktan zevk alan bir sapıktır. Sakallı Nurettin o yılın yani 1921 yılının kışında Koçgiri Kürt ayaklanmasını büyük bir mezalimle bastırmıştır. Bu mezalimde daha önce Ermenilere yapıldığı gibi resmi güçlerin yanısıra örneğin Topal Osman çetesi gibi sivil çeteler de kullanılmıştır. Nurettin Paşa’nın yaptığı zulümler Meclisteki milletvekillerinin bile tahammülünü taşırmış, bu kişinin cezalandırılmasını isteyen gizli oturumlar yapılmıştır. 4 Ekim 1921 tarihli gizli oturumdan bir örnekle yetinelim. Erzincan Mebusu Emin Bey’in konuşmasından bazı bölümler şöyle:
“Refahiye’de bir arkadaşım vardır, onu işhad ederek (şahit olarak göstererek) yirmi sene evvel buraya tavattun etmiş, teehhül etmiş (yerleşmiş, evlenmiş) bir Türk, servetine tama edilerek (göz dikilerek), karısı cebren alınmış ve sen Alevisin diyerekten herif emval ve emlaki (malı mülkü) yağma edildikten sonra öldürülmüştür. Efendiler; dünyanın hangi yerinde böyle bir hareket görülmüştür ki babasını bir evladın elinde bir ip, diğer evladın elinde bir ip olarak çektirilerek tam altı saat zarfında bu suretle feciane öldürülmüştür? Rica ederim efendi sen bu vaziyet karşısında asi olmaz mısın?(...)
Bu fecayi (facialar) Ermenilere bile yapılmamıştır.
Hayri Bey (Dersim) - Hakikaten bu fecayi Ermenilere bile yapılmamıştır.” (C. 2 s. 269, 270)
Sakallı Nurettin’in icraatları
M. Kemal ise Nurettin’e sahip çıkmış ve bu kişi Kürt ayaklanmasının bastırılmasının hemen ardından Rumların tehciriyle görevlendirilmiştir. 1921 Temmuzu’nda da Nurettin tehciri başlatmıştır. Fakat Rumlar beklenilenden daha dişli çıkar. Tehcir kararını duyar duymaz Rumlar silahlanıp dağa çıkarlar ve eylemlere başlarlar. Çünkü Ermenilere yapılanlar ortadadır. Bu eylemler karşısında çaresiz kalan Nurettin bunun acısını geride kalan çoluk çocuk, kadın, ihtiyar Rumlardan çıkarmaya başlar. Nurettin bu arada askeri güç dışında çeteleri de Rumlara karşı kullanmaktadır.
Lazistan Mebusu Ziya Hurşit 5 Ekim 1921 tarihli gizli oturumda gelişmeleri şöyle özetler: “Geçen sene Merkez Ordusu Kumandanlığı ihdas edildi (9 Aralık 1920’de Sivas’ta bulunan 3. Kolordu Merkez Ordusu’na dönüştürülmüştü. Bn.) ve Nurettin Paşa bunun riyasetine (başkanlığına) geçirildi. Mıntıkasının (bölgesinin) her tarafında o zavallı halkın, o şehirlerin, o köylerin ızrarını mucip oldu (şehirlerin köylerin zarar görmesine neden oldu) ve Ümraniye, Koçgiri hadisesi oldu. Birçok Müslüman köyleri yandı. (...)
Nurettin Paşa Samsun’da 15 yaşından 50 yaşına kadar olanları tehcire tabi tuttu.(...)
Nurettin Paşa Rum tehciri sırasında Samsun’un içinde bunlar için gayrı mesul çeteler yapılıyordu. Bunun üzerine Rumlar dağlara çıktılar.” (Cümle bozuklukları metnin kendisinde var ama ne demek istediği anlaşılıyor.)
Rum çeteleriyle başa çıkamayınca kalanlara zulme başlayan Nurettin Paşa bununla da kalmaz, geride kalanların da tehcir edilmesi kararı alır ve uygulamaya koyar. Bu karar ve Nurettin’in yaptıkları bölgedeki egemen kesimlerin bile tepkisine neden olur.
Bunlardan 56 kişi (içlerinde mebuslar, belediye başkanları ve bölgenin zenginleri vardır), Nurettin’i Meclis’e şikayet ederler. Ama kendisini iyice havaya girmiş olan Nurettin bu 56 kişiye de tavır alır ve onların şehirden çıkmasını yasakladığı gibi, bir de onları Rum işbirlikçiliği ve hainlikle suçlar. İşte bunun üzerine Meclis’te sözünü ettiğimiz gizli oturumlar başlar. Nurettin’in görevden alınması ve mahkemede yargılanması istenmektedir.
Nurettin Paşa’nın oluşturduğu çetelerin zulmü yüzünden Rumlar dağa çıktı diyen Z. Hurşit, bu çetelerin Müslüman köylerini basıp yaktılarını söylüyor ve devam ediyor:
“(Rumlar) Bunu yaptığı zaman Nurettin Paşa ne ile uğraşmıştır? Yalnız kadınlara ve çocuklara karşı en fena surette hareket edilmiştir. Bunlar yapıldığı halde asıl silahlı sınıfa bir şey yapılmamasını anlamıyorum. (...)
Binaenaleyh Meclisi Ali bu adamı derhal mevkiinden atmalıdır. Koçgiri heyeti tahkikiyesi ve vesaiki (inceleme ve belgeleri) maddeler şeklinde. Bu adamın cinayeti meydanda.” (c. 2 s. 282, 283) (Yarım cümleler, cümle düşüklükleri orijinal metnin kendisinde var.)
26 Ağustos 1922 tarihli gizli oturumda da Sinop Mebusu Hakkı Hami Bey şunları söylecektir:
“Çünkü gözümle gördüm. Hem öyle fenalık yapılmıştır ki, efendiler bugün memurlarımızın yaptığı fenalığı emin olunuz İngilizler yapmaz.(...) Emin olunuz onlar soyulacaktır, döğülecektir, herşey yapılacaktır. Irzlarına tecavüz edilecektir, öldürülecektir. Hem de götürülüp bizim hasımlarımızın önüne atılacaktır.
Mustafa Sabri Efendi (Siirt) – Öldüreceğiz ya. Tohumluk diye mi besleyeceğiz?” (C. 3 s. 722)
Kenan Evren’in “asmayıp da besleyelim mi” sözünün patenti herhalde bu Mustafa Sabri Efendi’ye ait olmalı.
Soykırım sadece İttihatçıların işi değil
Ermeni soykırımı İttihatçı liderlerin kendi başlarına gizli saklı yaptıkları bir operasyon değildir. Onların arkasında o dönemin egemen Türk ve Kürt sınıfları vardır. Bunların temsilcileri o dönemin meclisinde İttihat ve Terakki hükümetlerinde görevlidirler. Olanlardan ve olacaklardan haberdardırlar. Bu nedenle azınlık kırımına ve malların yağmasına büyük bir şevkle katılmışlardır. Bu işten en çok karlı çıkanlar onlardır.
Türkiye Meclisi’nin zabıtlarında 1915’ten sonra da başta Ermeniler olmak üzere gayrı-Müslim toplumlara karşı bir tehcir ve kıyım politikası yürütüldüğüne dair birçok ifade bulunuyor. Dün daha çok Cumhuriyetin kurulmasının öncesindeki döneme dair Meclis zabıtlarından bölümlere yer vermiştik. Yazımızın bugünkü bölümünde ise Kurtuluş Savaşı sonrasında gayrı-Müslimlerin tehcirine yönelik ifadelere değineceğiz.
Azınlık mallarının gaspının meşrulaştırılması
Kurtuluş Savaşı bitmiş, Cumhuriyet ilan edilmiş, halifelik kaldırılmış, eski Osmanlı imparatorluğunun yerini ulusal bir devlet, İttihatçıların yerini CHF ve M. Kemal almış ama Rum ve Ermenilerin kökünün kazınması için daha nelerin yapılması gerektiği üzerine tartışmalar Meclis toplantılarının gündemi olmaya devam etmiştir. Sorunun daha önce arka planında kalan, Hıristiyan - Müslüman, Türk - Ermeni, Türk - Rum gibi dini ve ulusal çelişkilerin gölgesinde gizlenen ekonomik yönü artık ön plandadır. Artık sorun azınlıkları ekonomik faaliyet alanından da tamamen silmek, bunların ekonomik güçlerini ve ilişkilerini yerli burjuvalara devretmektir.
3 Nisan 1924 tarihinde, yani Cumhuriyetin ilanından sonra, Türkiye Meclisi’nde gene bir gizli oturum yapılmakta ve gene azınlıklarla ilgili bir kanun tartışılmaktadır. Tartışma “Mahsubi Umumi Kanun Layihası”nın ikinci ve dördüncü maddeleri üzerinedir. İkinci madde şöyledir:
“Madde 2 - Türkiye’den ayrılan mahaller ahalisinden Türk tabası olmayanlarla eczayı vatanın (vatanın parçalarının) bir kısmını tefrike sai olmuş (bölmeye çalışmış) olan siyasi zümre ve teşkilatlara mensup eşhasın (şahısların) hazinedeki matlupları (alacakları) iş bu kanundan müstefit olamaz (yararlanamaz.)” (C. 4 s.428)
Madde; Türkiye sınırları dışında kalan ve Türk vatandaşı olmayanlarla, vatanın parçalarının bir kısmını bölmeye çalışmış şahısların hazinedeki alacakları bu kanundan faydalanamaz diyor.
“Mahsubi Umumi Kanunu”nun ne olduğu tutanaklarda yok. Ama bu kanunun ikinci maddesine gelen itirazlar üzerine gizli oturum yapılıyor ve Gümüşhane Mebusu Hasan Fehmi Bey gizli oturumun sebebini açıklıyor:
“Arkadaşlar, hafi celseye sebep olan, saik olan (yol açan) ciheti arzedeyim.
Maddeden maksat tehcir ve tegayyüp eden (göç eden ve kaybolan, ne olduğu bilinmeyen) Rumların ve Ermenilerin tekalifi milliye ve harbiye mazbatalarını (Dünya Savaşı sırasında alınan olağanüstü vergilerin belgeleri bn.) mahsup etmemektir. (...) Binaenaleyh Rumları, Ermenileri bu tekalifi milliye mazbatalarının bedellerinden müstefit etmemek (yararlandırmamak) için bir çare düşünüldü. Fakat bunu açık olarak Rum ve Ermeni diyemezdik.
(...) vaktiyle bir emvali metruke (bırakılmış, terkedilmiş mallar) kanunu yapıldı. Firar edenlerin emvalini (mallarını) Hükümet tasfiye eder deniliyordu. Size sorarım arkadaşlar; bahusus (özellikle) Musa Kazım Efendi’ye sorarım. Tek bir müslüman emvalini hangi Hükümet, hangi memur tasfiye etti. Maksat; siyasi zümre altında bu iki unsuru saklamaktır. (...) Hatta o kanun yapıldıktan sonra eski hafi celselerin zabıtlarında muharrerdir (yazılıdır). Meclisi Ali o zamanın Maliye Vekili’ne demiştir ki ‘mahrem bir tebligat ile bu maddei kanuniyenin Müslümanlardan firar ve tagayyüp edenlere şamil olmadığını temin edecek misin?’ ‘Evet’ dedi. Bu teminatı alıp zapta geçirdikten sonra o maddeyi cihana karşı umumi olarak çıkarmıştır. Bu maddede dahi yapılacak budur.” (c. 4 s. 429)
Azınlıklar mülksüzleştirildi
Şimdi buraya kadar olan kısmı özetleyelim. Dünya Savaşı sırasında zenginlerden ama esas olarak da azınlık burjuvaziden tekalifi harbiye, tekalifi milliye adıyla olağanüstü savaş vergileri toplanmış ve bu vergilere karşılık belgeler verilmiştir. Yani devlet bunlara bir tür borçlanmıştır. Bilindiği gibi Türkiye Cumhuriyeti hukuki olarak Osmanlının devamıdır ve Osmanlı borçlarını, yükümlülüklerini üzerine almıştır. Cumhuriyetin ilanından sonra sıra şimdi bu borçların ödenmesindedir. Bir kanun çıkartılır ve bu kanunun ikinci maddesinde Türk vatandaşı olmayanların ve bölücü faaliyetlere katılanların (yukarıda madde 2’ye bakınız) bu kanundan faydalanamayacakları yazılır. Meclis’te de bulunan egemen kesimler, kendilerinin de savaşma sicili pek iyi olmadığı için, devletin bunlara olan borçlarını da ödemeyeceği korkusuna kapılırlar ve gizli oturum yapılır. Gizli oturumda kanunu hazırlayanlar işin aslını anlatırlar. Amacın göç ettirilen ve kaçırılan Rumların, Ermenilerin paralarını ödememek olduğunu söylerler. Bir de yakın geçmişten örnek verirler. Daha önce de terkedilmiş mallarla ilgili bir kanun yapılmış, “Emvali Metruke Kanunu”. Hükümet bu mallara el koyup dağıtmış. Hasan Fehmi bir tane Müslüman malının bile tasfiye edilmediğini amacın Rum ve Ermenilerden kalan malların tasfiyesi olduğunu söylüyor. Yani bu kanunla azınlıkların geride bıraktığı mal-mülkün yağmalanması yasal kılıfa büründürülmüş. Fiiliyatta yapılan azınlıkların mülksüzleştirilmesi yasal olarak da perçinlenmiş. Hatta egemen sınıflar o kadar sağlamcılar ki, Maliye Bakanı’nın sözüne bile güvenmeyip, ondan bu kanunun Müslüman olup da göçedenlere ve kaçanlara uygulanmayacağına dair yazılı gizli bir belge de hazırla diyorlar. Evet cevabı alındıktan ve bu konu da zapta geçirildikten sonra kanun kabul ediliyor ve genel haliyle yayınlanıyor.
Kaldığımız yerden devam edelim. Hasan Fehmi Bey (Gümüşhane) konuşmasının devamında “Harbi Umumiden (Birinci Dünya Savaşı) evvel, harbi umuminin ilk senelerinde İslamlar daha ticarete atılmış değillerdi (demek ki savaş sırasında ve sonunda İslamların ticaretteki durumları da değişti bn.). Pek mahdut (sınırlı) İslam mağazaları vardı.” (C. 4 s. 429) dedikten sonra, Rum ve Ermeni alacaklarının milyonlarca Lirayı bulduğunu söylüyor. Sadece Ankara’da dört, beş yüz bin Liradan aşağı olmadığını belirtiyor.
Hasan Fehmi Bey mebusları daha da rahatlatmak için şunu da ifade ediyor: “Maliye Vekili Bey, evvelce de arzettiğim gibi, yine emvali metrukede olduğu gibi. Maliye Vekili Bey defterdarlara emir verir der ki, maddeden maksat budur. Yalnız Rum ve Ermenilere aittir. (...) Maliye Vekili Bey ile de görüştük. Mahrem tebligat yapacağını vaadettikten sonra bu maddeyi kabul ettik.” (C. 4 s. 430)
Bu açıklamalar üzerine milletvekilleri daha fazlasını istemeye başlarlar: “Zeki Bey (Gümüşhane) - Yahudiler ne olacak? Memleketi sülük gibi emen Yahudilerdir.
Eyüp Sabri Bey (Konya) - Bu madde yalnız Rum ve Ermenilere mi şamildir (kapsamaktadır), yoksa Kudüs’(ü) memaliki Osmaniye’den tefrik ile (ayırarak) bir hükümeti Museviye teşkil etmek isteyen Musevilere ve Araplara da hepsine de şamil midir?
Hasan Fehmi Bey (Devamla) - (...) şunu arz edeyim ki maddeyi yazarken biz Rum ve Ermenileri düşündük.(...)
Refik Bey (Konya) - (...) Maddenin bu suretle kalması muvafıktır. Buna Mişon da dahil olmalıdır. Sonuçta kanun maddeleri olduğu gibi kabul edilir.
Sonuç
Buraya kadar anlattıklarımızdan şu sonuçları çıkarabiliriz: Ermeni soykırımı İttihatçı liderlerin kendi başlarına gizli saklı yaptıkları bir operasyon değildir. Onların arkasında o dönemin egemen Türk ve Kürt sınıfları vardır. Bunların temsilcileri o dönemin meclisinde İttihat ve Terakki Hükümetleri’nde görevlidirler. Olanlardan ve olacaklardan haberdardırlar. Bu nedenle azınlık kırımına ve malların yağmasına büyük bir şevkle katılmışlardır. Bu işten en çok karlı çıkanlar onlardır. İttihatçı liderler ise bu katliamın bedelini canlarıyla ödemişlerdir.
Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet döneminde de Meclis sıralarını dolduranlar aynı çevreler, hatta aynı kişilerdir. Bunlar doğal olarak Ermeni soykırımına karşı çıkmak bir yana, arta kalan azınlıkların da yokedilmesi ve bunların mal mülklerinin gaspedilmesi için ellerinden geleni yapmışlardır.
Azınlıklara yapılan katliamların ve baskıların ardında iç pazar sorunu vardır. Azınlıkları iç pazardan kovmak Türkiye burjuvazisinin taa Genç Osmanlılar’dan yani 1860’lı yıllardan beri rüyasıydı. Bu rüya Birinci Dünya Savaşı’nın koşulları fırsat bilinerek ve daha sonraki süreçte de olayı sonuna kadar götürerek gerçeğe dönüştürülmüştür. Yani olay 1915’teki katliamla, soykırımla bitmemiş, günümüze kadar devam etmiştir.
Egemen sınıflar hem soykırımı hem de yaptıkları gaspları meşru gösterebilmek için, bilinçli olarak Rum ve Ermeni düşmanlığını kışkırtmışlar, çocuklara daha okul sıralarında bu düşmanlığı aşılamışlar ve süreç içinde bu düşmanlık devletin vazgeçemeyeceği ideolojik bir araca dönüşmüştür. Türkiye’de değişik ulusların varlığından sözeden, onların haklarından bahseden herkese karşı en önemli silah hala budur. Mevcut MGK yönetimi bu şovenizm sayesinde kendini meşru gösterebilmektedir.
M. Kemal’e gelince. Yukarıda gördüğümüz gibi M. Kemal, Ermeni ve Rum düşmanlığı konusunda ve bunlara karşı uygulanacak yoketme yöntemleri konusunda İttihatçılardan farklı değildi. Ama M. Kemal’in İttihatçı liderlerden şöyle bir farkı vardı: İttihatçılar kendileri kişi olarak azınlık mallarının yağmasına katılmadılar. M. Kemal ise azınlık mallarının yağmalanmasına bizzat katılmış ve “emvali metruke” selinden epey kütük toplamıştır. M. Kemal’in yüzbinlerce dönümü bulan toprakları, çiftlikleri, atölyeleri, birçok şehirde bulunan köşkleri içinde daha önce azınlıklara ait olanlar da vardı. Örneğin Çankaya Köşkü bir Ermeni’ye aitti. Ankara 1800’lü yıllarda nüfusunun üçte biri gayrı-Müslim olan, Fransız okullarının ve iki tane de tiyatronun bulunduğu modern bir yerleşim yeriydi. Ankara’ya 1892 yılında demiryolu da ulaşmıştı. Azınlıkların şehirden kovulmalarıyla Ankara bir bozkıra dönüştü. Ankara’ya taşınan bürokratlar azınlıklardan kalan Yahudi, Rum ve Ermeni mahallelerine yerleştirildiler.
Azınlıklara esas ekonomik darbe İkinci Dünya Savaşı sırasında vurulacaktır. Ama o arada 1936 yılında olan bir olay vardır ki etkisi günümüzde de sürmektedir. O yıl azınlık vakıflarının ellerindeki taşınmaz malları bildirmeleri istenir. Onlar da bildirir. Bu kadar. Fakat 1974 yılında Yargıtay azınlık vakıflarını “yabancı kuruluş” kategorisine dahil eder. Sonrasında bu vakıfların 1936 yılından sonra elde ettikleri mallara el konulmaya başlanır. Bu süreç günümüzde de devam etmektedir ve tartışma konusudur.
Günümüzde Ermeni, Rum ve Yahudi düşmanlığı ekonomik boyutundan çok, şovenizm boyutuyla, Kürt ulusal mücadelesi ile ilişkilendirilerek, her tür bölücülüğe, emperyalizmin müdahalelerine karşı mücadele demagojisi altında sürdürülmektedir.