Türküm, doğruyum, çalışkanım - Gündem
27 Kasım 2024 - Հակական տոմար - Տարի : 4517 / Ամիս : Տրե / Օր : Վահագն / Ժամ : Առաւօտ

Gündem :

04 Ekim 2013  

Türküm, doğruyum, çalışkanım -

Türküm, doğruyum, çalışkanım Demokratikleşme Paketi’nin çarpıcı maddelerinden biri, ilkokullarda her sabah öğrencilere okutulan ‘Andımız’ın kaldırılmasıydı

Etnik olarak Türk olmayan yurttaşlar ve çocuklarının uzun yıllardır rahatsızlıklarını dile getirdikleri bu ‘And’ın nasıl doğduğu ve okullarda her gün okutulması noktasına nasıl gelindiğini merak edenlere, gazetemiz yazarı, tarihçi Ayşe Hür’ün bir yazısını öneriyoruz.

Hür, ‘Andımız’ı, ‘Gençliğe Hitabe’ ve ‘Nutuk’la birlikte ele aldığı yazısında çarpıcı bir gerçeğe dikkat çekiyordu:

“160 öğrenim günü olduğunu varsayarsak, bir çocuk, ister Kürt, ister Ermeni, ister Rum, ister Laz, ister Çerkes, ister Fransız kökenli olsun çocuk sekiz yıllık temel eğitimi boyunca 1280 kere ‘Türküm, doğruyum, çalışkanım...’ demek zorunda.”
Ayşe Hür’ün 2012 yılında Taraf gazetesinde de yayınlanan yazısı şöyle:

“1933 yılının 23 Nisan Çocuk Bayramı idi. O, heyecanla Çankaya Köşkü’ne geldiği vakit, Atatürk ’ün yanında bana bir kâğıt uzattı ve şunları anlatmaya başladı. ‘Sabahleyin ilk bayramlaşmayı kızlarımla yaptım. Onlara bir şeyler söylemek istediğim vakit, bir ant meydana çıktı. İşte Cumhuriyetimizin 23 Nisan çocuklarına armağanı’ dedi. Kâğıtta şöyle yazıyordu: Türküm, doğruyum, çalışkanım. Yasam, küçüklerimi korumak, büyüklerimi saymak; yurdumu, budunumu özümden çok sevmektir. Ülküm, yükselmek, ileri gitmektir. Varlığım Türk varlığına armağan olsun.

Bu sözler, Türk çocukları tarafından o yıldan beri tekrarlanmaktadır. Vatanperver Dr. Reşit Galip, evvelâ bir baba olarak bu hisleri duymuş; sonra da Millî Eğitim Bakanı olarak okul çocuklarına bu andı içirmişti.”

Bu satırlar Mustafa Kemal’in (o yıllarda henüz Atatürk soyadını almamıştı) en yakın çalışma arkadaşlarından Afet (İnan) Hanım’a ait. Sözü edilen ant ise tahmin edeceğiniz gibi, o tarihten beri çocuklarımızın her sabah derse başlamadan önce hep bir ağızdan okudukları ve başta Kürt siyasal hareketi olmak üzere aklı başında tüm kesimlerin kaldırılmasını talep ettiği ünlü “Andımız”.


REŞİT GALİP KIZLARI İÇİN YAZMIŞ
Başka kaynaklardan öğrendiğimize göre dönemin Maarif Vekili (Milli Eğitim Bakanı) Reşit Galip’in bu icadı Mustafa Kemal tarafından çok sevilmiş ve Talim Terbiye Kurulu tarafından 10 Mayıs 1933 tarihli bir genelge ile bütün okullarda her gün tekrarlanması zorunlu kılınmıştı. 12 Mart 1971 Muhtırası’nın etkisiyle olsa gerek, 1972 yılında, “Öğrenci Andı”nın bir kelimesi değiştirilmiş, bir de koyu renkle gösterdiğim cümleler eklenmişti:

“Türküm, doğruyum, çalışkanım. Yasam, küçüklerimi korumak, büyüklerimi saymak, yurdumu, milletimi özümden çok sevmektir. Ülküm, yükselmek, ileri gitmektir. Varlığım Türk varlığına armağan olsun.

Ey bu günümüzü sağlayan, Ulu Atatürk; açtığın yolda, kurduğun ülküde, gösterdiğin amaçta hiç durmadan yürüyeceğime ant içerim. Ne mutlu Türküm diyene.”

1997’de, büyüklerimiz andı elden geçirme ihtiyacı hissettiler nedense. “Yasam” kelimesi “ilkem” ile değiştirildi, “Varlığım, Türk varlığına armağan olsun” cümlesi sona alındı ve ant şöyle oldu:

“Türküm, doğruyum, çalışkanım. İlkem, küçüklerimi korumak, büyüklerimi saymak, yurdumu, milletimi özümden çok sevmektir. Ülküm, yükselmek, ileri gitmektir.

Ey Büyük Atatürk! Açtığın yolda, gösterdiğin hedefe durmadan yürüyeceğime ant içerim. Varlığım, Türk varlığına armağan olsun. Ne Mutlu Türküm Diyene!”


SEKİZ YILDA 1280 KERE
O günden beri bütün okul çocukları her sabah bu hamasi cümleleri gırtlaklarını yırtarak söylemek zorundalar. Yazılarımdan birinde (“Fitne, CIA, Jakobenlik, bilimsel şüphecilik”, 9.10.2011) “Kemalist rejimin tüm pozitivizmine(!) rağmen, hayatım boyunca tam 101.425 kere ezanla ibadete davet edildiğimi hesapladım. Üstelik son 10 yıldır camili bir sitede oturduğum için bu daveti bilmem kaç desibellik mikrofonlardan haykıran, usulden nasibini almamış müezzinlerden dinledim” demiştim de bazıları bana pek kızmıştı. Şimdi de Kemalistleri kızdıralım: Yılda ortalama 160 öğrenim günü olduğunu varsayarsak, bir çocuk, ister Kürt, ister Ermeni, ister Rum, ister Laz, ister Çerkes, ister Fransız kökenli olsun çocuk sekiz yıllık temel eğitimi boyunca 1280 kere ‘Türküm, doğruyum, çalışkanım...” demek zorunda. Bunun ideolojik bir beyin yıkama olduğunu söylemeye herhalde gerek yok. Yine de matematiksel olarak bakarsak, “Dindar kuşaklar yetiştirmek” isteyenler Kemalist ideologlara göre daha şanslı görünüyor. Yani yakın tarihte andımızı kaldıramazlarsa çok telaş etmesinler.


GENÇLİĞE EN BÜYÜK ARMAĞAN
Andımız’dan sonra topun ağzında olan Gençliğe Hitabe ise, daha az tekrarladığımız bir metin olmakla birlikte kapsama alanı Andımız’dan çok daha geniş ve daha derin.

Bilindiği gibi Gençliğe Hitabe, Mustafa Kemal’in 15-20 Ekim 1927’te toplanan CHF Kongresi’nde okuduğu Nutuk’un sonuç bölümü. Hazırlıklara Ankara’da başlayan Mustafa Kemal, çalışmalarını İstanbul’da sürdürmüştü. 16 Mayıs 1919’da Samsun’a gitmek üzere İstanbul’dan ayrılışından tam yedi yıl sonra 1 Temmuz 1927 günü İstanbul’a geldiğinde halk kendisini büyük sevinçle karşılamıştı.

Bu yedi yılda neler olmamıştı ki... “Yedi düvele karşı Kurtuluş Savaşı” kazanılmış (1919-1922), Saltanat kaldırılmış (1922), Ankara başkent olmuş (1923), Cumhuriyet kurulmuş (1923), Hilafet kaldırılmış (1924), Tevhid-i Tedrisat Kanunu (1924), Şapka Kanunu (1925), Medeni Kanun (1926) gibi Kemalist modernleşmenin temel metinleri kabul edilmiş, Takrir-i Sükûn Kanunu (1925), İstiklal Mahkemeleri (1920-1925) ile muhalefet susturulmuş, İzmir Suikastı Davası (1926) ile önemli siyasi rakipler radikal biçimde tasfiye edilmişti. Sıra muzaffer bir komutan olarak eski payitahta, İstanbul’a dönmeye gelmişti. Mustafa Kemal, Dolmabahçe Sarayı’nda kaldığı üç ay boyunca Nutuk üzerinde çalışacaktı.


UYKUSUZ GECELER
Falih Rıfkı’ya (Atay) göre “Uzun saatler süren diktelerden sonra yazanlar sekiz on saatlik bir uykuya gittikleri zaman Atatürk bir banyo alır, giyinir, akşam davetlilerine o gün yazdıklarını okutmak üzere sofraya inerdi. Okuma ve o günkü yazılar üzerine konuşmalar da saatlerce sürerdi. Bu defa dinleme ve konuşmalardan yorulanlar uzun bir rahatlama için evlerine dönerler, Atatürk çok defa kısa bir uykudan sonra bir gün önceki çalışmalarına koyulurdu. Bu kadar sıkı çalışma haftalarca sürmüştür. Cümleler, kelimeler ve noktalar üzerinde titizce durduğunu unutmayınız.”

Yakup Kadri (Karaosmanoğlu) de şöyle der: “Atatürk, fikrî alanda da cephedeki kadar destanî bir adamdı. Biz bunu, ilk defa Büyük Nutuk’unu hazırlayıp yazarken gördük. Bunun üstünde bütün bir gün gece yarılarına, bazen şafak sökünceye kadar emek sarf ettiği olurdu. Ertesi aksam hepimizi toplar, yazdıklarını ve sıraya koyduğu vesikaları hep bir arada okumamızı isterdi. Bazı akşamlar kendisi okur, biz dinlerdik. Fakat bu boşuna bir dinleme değildi. Daha doğrusu; yalnız dinlemek zevkiyle kalmazdık. Her beş veya on dakikada durup okudukları hakkında fikir ve görüşlerimizi söylemeğe mecbur tutulurduk. Atatürk, mülâhaza ve mütalâalarımızı derin bir dikkatle karşılar ve bazen bu mütalâa ve mülâhazalar neticesinde, kimbilir kaç saatlik emek sarfederek yazıp çizdiklerini baştan aşağıya değiştirirdi.”


İKİ DAMLA GÖZYAŞI
Nutuk’un yazılış sürecini neredeyse aynı cümlelerle anlatan Afet İnan, muhtemelen o günlerde (1926) bazı dedikodulara cevap vermek için, Gençliğe Hitabe’nin bizzat Mustafa Kemal tarafından yazıldığını ısrarla söyler: “Yaz aylarının sıcak bir gününün gecesi, Atatürk’ün etrafında daha kalabalık bir aydınlar topluluğu vardı. O, arkadaşlarına adeta bir sürpriz hazırlamanın sevinci içinde, ‘Oturunuz ve dinleyiniz’ dedi. Sonra da Nutuk’un sonuna koyacağı satırları yüksek sesle okumaya başladı. Dinleyicilerin nefes dahi almadıklarını sanıyorum. Çünkü ben kendimi öyle hissediyor ve ulusal bir heyecanın etkisi içinde yaşıyordum. Bütün Milli Mücadele’nin tarihi olan Nutuk bu satırlarla son bulacaktı. Atatürk bu metni okuyup bitirdiği zaman derin bir nefes almış, fakat iki damla gözyaşını da bizlerden saklamamıştı.”


GENÇLİĞE HİTABE’DEKİ TASHİHLER
Afet İnan şöyle devam eder: “505-506 sayfa numarasını taşıyan bu son yapraklarda görüldüğü gibi hemen hiçbir düzeltme yoktur. Yazı Atatürk’ündür. Üç yerdeki düzeltme ise yazarken yapılmıştır. Evvela ‘Ey Türk Genci’ demiş, fakat hemen ‘Genci’ kelimesini silerek ‘Gençliği’ olarak düzeltmiştir.

İkinci düzeltme şudur: ‘Galipler cebren ve hile ile’ diye başlayan cümlenin başındaki ‘Galipler’ kelimesini silmiştir.

Sonuncu düzeltme ise ‘İşte bu ahval ve şerait içinde dahi Türk istiklal ve cumhuriyetini kurtarmaktır’ cümlesinde yapılmıştır. [Araya “vazifen” kelimesi konmuştur.]

Devam ettiği en son cümle de yarım kalmış ve onu tamamen silmiştir. O da aynen şöyledir: ‘Efendiler, son kuvvetini kendi mefkûresinde (ideallerine) ve damarlarında bulan Türk evladının elinde İstiklal ve Cumhuriyetin ilânihaye (sonsuza dek) mahfuz ve masun (korunacağına ve dokunulmaz) olacağına, Cumhuriyet sancağının itibarı[nın] daima yüksek bulunacağına’...”


NİHAYET NUTUK OKUNUYOR
Afet İnan’ın şahitliğini burada kesip, CHF Kongresi’ne dönelim. 15 Ekim 1927 Cumartesi günü saat tam 10:00’da Mustafa Kemal TBMM salonuna girmişti. Üzerinde şık bir lacivert jaketatay (Fransızca “jacquet a taille” yani “kuyruklu ceket” denen resmî giysi) vardı. Sürekli alkışlar arasında kürsüye yürüdü ve başıyla salondakileri selamladı. İlk cümlesi “Halk Fırkası Kongresi açıldı” olmuştu. Daha sonra cebinden çıkardığı kırmızı kaplı küçük defterin sayfalarını karıştırıp nutkuna başlamıştı. O günün basınından öğrendiğimize göre, nutkunu atarken, önünde duran notlara bakarak konuşmuş, kelimeleri tane tane, üzerine basa basa telaffuz etmişti. Yine basının belirttiğine göre, ilk başlarda sesi zayıf çıkmasına rağmen, giderek güçlenmiş ve “müzikal bir ahenk” almıştı. Nutuk’u okurken, zaman zaman dinleyicilerden sesi için özür dilemişti. Hatta bir keresinde bir yudum su içtikten sonra “Efendiler, biraz nezle oldum. Sizi rahatsız etmiyor muyum?” demişti.


“EY TÜRK GENÇLİĞİ!..”
Nutuk’un okunması tam altı gün, 36 saat 33 dakika sürmüştü. Nutuk’un tarihsel ve metinsel analizini bir başka yazıya bırakıp uzun maratonun sonuna gelirsek; Kongre’nin son günü olan 20 Ekim 1927’de Mustafa Kemal sözlerini şöyle bağlamıştı: “Bugün ulaştığımız sonuç, yüzyıllardan beri çekilen ulusal yıkımların yarattığı uyanıklığın ve bu sevgili yurdun her köşesini sulayan kanların karşılığıdır. Bu sonucu, Türk gençliğine kutsal bir armağan olarak bırakıyorum.” Bu cümleyi okurken sesi daha kısılmış, titremiş, gözlerinden yaşlar akmaya başlamıştı. Gözyaşları içinde “Ey Türk Gençliği! Birinci vazifen Türk istiklalini, Türk cumhuriyetini, ebediyen muhafaza ve müdafaa etmektir!” diye başlayan ve “Muhtaç olduğun kudret damarlarındaki asil kanda mevcuttur!” diye biten Gençliğe Hitabe’yi okuduktan sonra cebinden çıkardığı mendil ile gözlerinin yaşını silmiş ve alkış tufanı arasında kürsüden inmişti. Bu sırada neredeyse tüm salon onunla birlikte ağlamaktaydı.


RESUL MÜ, YARADAN MI?
Ertesi gün gazeteler bu duygulu anları okuyucularına aktarmakta yarış içindeydiler. Hakimiyet-i Milliye yazarı Avni Yavuz, “Gazi’nin kitabını okuyan ve onun eserlerini tetkik eden en mutet (sayılı) imansızlar bile artık onun bir millî resul (peygamber) olduğuna şüpheleri kalmayacağından emin olmak isterler” derken, aynı gazeteden Akçuraoğlu Yusuf Bey “O, yalnız Türk düşmanlarına galebe çalarak, Türk yurdunu kurtarmadı: O, yalnız Türk’lerin önüne düşerek, Türk’lere doğru yolu göstererek, Türk’lere hakikati göstererek Türk’leri necata erdirmedi. O, Ademoğullarının büyük bir kısmına, yalnız büyük kısmına değil, belki hepsine yeni bir hayat yaratıyor. ...Yeni bir hayat yaradana bilmem ne derler?” diyerek Mustafa Kemal’i tanrı katına çıkarıyordu.

Mustafa Kemal Paşa’nın Gençliğe Hitabe’yi okurken gözlerinin yaşarması yabancı gazeteleri de etkilemişti. Örneğin İngiliz gazeteleri Daily Telegraph “Gözleri Yaşlı Mustafa Kemal”, Westminster Gazette “Gözü Yaşlı Türk Diktatörü” Daily Herald ise “Mustafa Kemal’in Göz Yaşları” başlıklı haberler vermişti.


“GENÇLİĞİN GAZİ’YE CEVABI”
Ertesi gün sıra “Türk Gençliği”nin Gazi’ye cevap vermesine geldi. Ankara Hukuk Fakültesi öğrencileri, 21 Ekim 1927 günü bir araya geldiler ve Gençliğe Hitabe’yi yüksek sesle tekrarladıktan sonra duygularını kâğıda döktüler, ardından bu metni basına dağıttılar. Metinde şöyle diyordu:

“Ey Türklüğün büyük teşahhusu (şahsiyeti), ey bizim aziz babamız!
Ruhlarına heyecan, dimağlarına nur saldığın gençlik sana diyor ki: Senin sevgini gönlünde, irşadlarını (doğru yolu göstermeni) şuurlu (bilinçli) adımlarının istikametinde bulan gençlik, şüphesiz ki senin dehan ve azminle Türklüğe hediye edilen Cumhuriyeti hayatından daha aziz ve mukaddes (kutsal) tanımıştır. Onun müdafaası için hiç bir fedakârlıktan çekinmeyecek, onu gözlerken çok kıskanç davranacaktır. Bugün de seni görmekle bahtiyar olan gençlik, tarihte masum ve asil kalmış olan milletimize köşe köşe dahilî ve haricî tuzaklar hazırlayan bu tarihi nasıl değiştirdiğinden ve bunların acı neticelerinden habersiz ve hissiz kalamaz ve kalmayacaktır. Dedelerinin gafletiyle yuvarlandıkları çukurlara bir daha düşmemek için bugünün dersini pek kara ve karanlık olan dünden halâs (kurtuluş) ve intibahının (uyanışının) hassasiyetini ise senin mevcudiyetinden ve iradenin ateşinden alacaktır. Milletinin hissiyatı ve sevgisini ondan aldığı saf ve mert kanla damarlarında dolaştıran gençlik –Türk istikbalinin evlatları– milletin varlığına ve onun kalbi olan aziz Cumhuriyetine en ufak yan bakışların bile tahayyül ve tasavvuruna uyuşuk ve hareketsiz kalamaz. Adı Türk, kanı Türk, bütün mevcudiyeti Türk olan millet ve onun gençleri kendisini yokluktan varlığa, ölümden hayata, karanlıktan ışığa is’âl edenlerin (ulaştıranların) açtıkları kurtarış çığırında her vakit istiklal ve istikbalinin koruyucusu, kan ve candan çizilmiş hudutların bekçisi olacak ve ebediyete kadar da öyle kalacaktır.”

Benzer bir töreni, 22 Ekim 1927 Cumartesi günü İstanbul’da Darülfünun öğrencileri yaptı. Ertesi gün bütün fakülte ve üniversitelerin temsilcilerinin katıldığı toplantıda Milli Türk Talebe Birliği Cemiyeti Reisi Tahsin Bekir (Balt) Bey, önce Gençliğe Hitabe’yi okudu, ardından Gazi’ye çekilecek telgraf metni hazırlandı. Bu da en az Ankara Hukuk Fakültesi öğrencilerinin metni gibi hamasiydi. Ardından Maarif Vekâleti, hem Gençliğe Hitabe’nin hem Gençliğin Gazi’ye Hitabesi’nin okul duvarlarına asılması talimatını verdi. O tarihten sonra da metin Mustafa Kemal’in üstün hitabet gücünün, belagatinin mümtaz bir örneği olarak kutsandı.


GENÇLİĞE HİTABE’Yİ İNÖNÜ MÜ YAZDI?
Yıllar sonra, Oral Çalışlar Liderler Hapishanesi, 12 Eylül Günlükleri (Güncel Yayınları, 2007) adlı kitabında Gençliğe Hitabe’nin asıl yazarının İsmet İnönü olduğunu iddia etti. Çalışlar’a bu bilgiyi 12 Eylül darbesinden sonra hapishane arkadaşlığı yaptığı Bülent Ecevit vermişti. Bülent Ecevit’e de İsmet Paşa anlatmıştı. İddiaya göre, Mustafa Kemal hazırladığı nutku okuması için İnönü’ye vermiş ve fikrini söylemesini istemişti. İnönü uzun konuşmayı okuyup bitirdikten sonra Atatürk’e iade etmişti. Atatürk’ün “Nasıl buldun” sorusuna, “Paşam çok güzel, ancak, sonunu gençliğe hitap ederek bitirmek sanırım faydalı olur” cevabını vermişti. Atatürk de bunun üzerine “O zaman sen yaz böyle bir bölüm; bakalım, iyi olursa dediğin gibi yaparız” demişti. Bunu üzerine İnönü Nutuk’un sonundaki ünlü Gençliğe Hitabe bölümünü kaleme almıştı. Ecevit bu hikâyeyi 1978-1979 yıllarında Milli Eğitim Bakanı olan Necdet Uğur’a da anlatmıştı.

İddia o günlerde epey ses çıkardı ama yeminli Atatürk uzmanları “Gençliğe Hitabe’nin Atatürk’e ait olmaması ihtimali milyonda birdir” demekten öteye gidemediler, çünkü Afet İnan’ın gördüğünü söylediği müsveddeler ortada yoktu. (Bir rivayete göre dönemin Cumhurbaşkanlığı Sekreteri Tevfik Bıyıklıoğlu’nun ailesi tarafından muhafaza ediliyor.) Bülent Ecevit de yaşamadığı için, bu iddiayı doğrulamak da yalanlamak da mümkün değil. Ancak metin, Nutuk’la büyük uyum içinde. Türk, kan, ırk, dâhili ve harici düşmanlar, gaflet, delalet, hıyanet, istilacılar gibi kavramlar Nutuk’un da temel kavramları.


KUTSALA DOKUNAN YANAR!
Sonuç olarak kim yazarsa yazsın, Gençliğe Hitabe, okunduğu günden beri Kemalist düşünce setinin kutsal metinlerinden biri oldu. Rejimin kendini tehlikede hissettiği dönemlerde, (mezarlıktan geçerken ıslık çalmak gibi) Gençliğe Hitabe yüksek sesle okunarak korkular savuşturuldu. Saflar sıklaştırıldı, iman tazelendi. Hükümet sözcüsü Hüseyin Çelik’in “Gençliğe Hitabe ve Andımız ayet mi” diye sorması aslında tersten durum tespiti sayılabilir. Yani Gençliğe Hitabe’ye yönelik eleştirilerin Kemalist müminlerin tepesini neden attırdığını tahmin etmek zor değil. Bunu hükümetin de anlaması gerekir, çünkü onların da kutsalları bol.

Sözü bağlarken hükümete naçizane bir tavsiyede bulunayım: İşe, Milli Eğitim Bakanlığı’nın internet sitesinde, 19 Mayıs-Vecizeler bölümünde yer alan “Gençliğin Atatürk’e Cevabı” başlıklı garip metni kaldırarak başlayabilirler. Ardından Reşit Galip’in kızları için yazdığı ama sonra tüm çocuklarımızın başına bela olan Öğrenci Andı’na gelirler. Ancak Gençliğe Hitabe konusunda epey zorlanacaklarını söyleyeyim...


Özet Kaynakça:
Afet İnan, Atatürk Hakkında Hatıralar ve Belgeler (Baskıya Hazırlayan: Arı İnan), Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2007, s.280-287 ve 440-451; a.g.y., “Büyük Nutuk’ta Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi”, Belleten, C. XXX, S. 120, 1966; Falih Rıfkı Atay, Çankaya, Doğan Kardeş Matbaacılık, 1969, s. 551; “Yakup Kadri Karaosmanoğlu, “Hatıralar: Yorulmak Bilmez Atatürk”, Ulus, 13 Temmuz 1961; Ruşen Eşref Ünaydın, “Mustafa Kemal’le Mülakat”, Türk Dili, C.V, S. 56, 1956, s. 475.

Not: Bu yazı 5.2.2012 tarihinde Taraf gazetesinde yayınlandı
köyünü ziyaret etti.

Dedesinin evini ve bahçesini ziyaret eden Manuk, köyde bulunan eski bir kilisede mum yakıp dua etti. Sason`da 2 gün kalan Manuk, Kaleyolu köyündeki Bozıka Kalesi ve Kilis mezrasındaki Komk Kilisesi`ni de gezdi.

İsveç`e dönerken dedesinin bahçesinden toprak, ceviz, taş ve bir demet çiçek götüren Manuk, AA muhabirine yaptığı açıklamada, Ermenistan`da doğduğunu, daha sonra yerleştiği İsveç`te petrol mühendisi olarak çalıştığını söyledi.

Yaklaşık 100 yıl önce dedesi Laho`nun Sason`dan göç ettiğini, dedesinin sürekli kendilerine köyü anlattığını belirten Manuk, "İki katlı ev ve yanından geçen dere. Şurada ceviz ağacı, şurada armut ağacı… Bütün detaylarıyla babaannem Reyhan ile dedem bize anlatırdı. Yazılı hiçbir bilgimiz yok ama köyümüzle ilgili bütün detayları ailenin bütün bireyleri biliyor" dedi.

Dağçatı köyünden göç eden ailelerinden hiç kimsenin bir daha Sason`a dönmediğini ama hepsinin köyü görme hayaliyle yaşadığını anlatan Manuk, şöyle konuştu:

"Onların hayalini 100 yıl sonra ben gerçekleştirdim. İlk defa geldim. Ama bana hala bir rüya gibi geliyor. Bundan sonra daha kalabalık geleceğiz. Bize yıllardır evimiz anlatılırdı, 2 katlı, odaları, çevresi... Ben de anlatıldığı gibi hayal ediyordum. Köye gidince de böyle bir ev aramaya başladım. Evi bulamayınca orada yaşayan ailelere sordum. Bana yerini gösterdiler. `Laho`nun evi burasıydı. Yıllar önce bakımsızlıktan yıkıldı` dediklerinde şoke oldum.

Çünkü ben yıkılmamış bir ev hayal ediyordum. Tabi akabinde o köyde yaşayanların samimiyeti, yoğun ilgisi beni ziyadesiyle memnun ettiği için bu şoku erken atlattım. Köyde dedemin yıllar önce göç ederek terk ettiği tarlasına, bağ ve bahçelerine bakanlar bize gerçekten çok iyi davrandı. Onlara hemen ısındım, evlerinde kaldım. Benim babam doktor. Ailece eğitime çok önem veriyoruz. Dedemin bahçesinin bir kısmına okul inşa edilmiş, buna çok sevindim."

Daha önce korktukları için gelmeye cesaret edemediklerini, ancak geçen yıl eşinin Beşiri ilçesine gittiğini dile getiren Manuk, eşi döndükten sonra gelmeye karar verdiklerini belirtti.

Manuk, "Buraya geldiğimizde de insanların misafirperverliği bu endişelerimizin tamamıyla yersiz olduğunu gösterdi. Buraya dair hüzünlerimiz sevgiye dönüştü. Ben Ermenistan`da doğdum ama her zaman kendimi Sasonlu olarak tanıtıyorum" şeklinde konuştu.

AA





Bu haber kaynağından gelmektedir.

Haber metninde yer alan görüşler haber kaynağı () ve yazarına ait olup,
bolsohays.com sitesi haber hakkında herhangi bir görüş üstlenmemektedir.

Opinions expressed are those of the author(s)-(). They do not purport to reflect the opinions or views of bolsohays.com
+