26 Eylül 2012
Kast sisteminin en belirgin özelliklerinden biri siyasi alanda bilgi temerküzü, toplumsal alanda ise iradi bilgi sansürüdür.
Karar vermeyi meşru kılan tüm bilginin belirli ellerde ve mümkünse hukuk tarafından korunmuş bir siyaset üstü kurumun içinde toplanması gerekir. Türkiye`de bu kurum Mustafa Kemal`in ölümüyle birlikte ordu oldu... Silahlı kuvvetler millet için neyin doğru neyin zararlı olduğunu bilmesini sağlayacak bilgiye sahipti ve söz konusu bilgi bir devlet sırrıydı. Öte yandan orduya bu payeyi veren Kemalist ideoloji toplumu millete indirgediği ölçüde, toplumsal çeşitliliği de gayrimeşru kılmış ve orduyu tekil bir resmi kimliğin koruyucusu haline getirmişti. Dolayısıyla ordu sadece halen yaşamakta olan `Türklerin` değil, onları da aşan bir hayali ve afaki `Türk milletinin` çıkarlarını savunmaktaydı. Böylece ordu kendisini geniş bir ufkun önünde buldu ve bin yıl sürmesi beklenen hamleler yapabildi. Böyle bakıldığında darbeler doğal ve basit müdahalelerden ibarettir.
Nitekim Çetin Doğan ilk sorgulamasında, Balyoz davasının konusu olan plan ve senaryoların Cumhuriyet`i koruma ve kollama görevinin gereği olarak hazırlandığını söylemişti. Doğan daha sonra yargı sürecinde de mahkeme heyetine davayı sürdürme `cüret ve cesaretini` nereden bulduklarını sormuş, nihayet dava sonuçlanırken de savunmasını "vereceğiniz karar hakkınızda hayırlı olsun" cümlesiyle tamamlamıştı. Bu tutumdaki kibrin doğallığını kayda geçirmek gerekir. Tabii karakter farklılıkları da önemsiz sayılamaz ama ordu mensuplarının, aldıkları ideolojik eğitimin sonucu olarak, ellerindeki tahakküm imtiyazını doğal bulduklarını gözlemliyoruz. Çünkü Türkiye`de ordu, Cumhuriyet`in ürettiği toplumsal kast sisteminin siyasi yürütücülüğünü yapıyor ve ideolojik üretim merkezini oluşturuyor.
Bu düzenin küçük harfle başlayan `cumhuriyet` kelimesi ile pek de bir ilgisinin olmadığı açık. Relativist zihniyetin içinden törpülenerek gelen batıdaki cumhuriyetler, vatandaşı temel alan ve vatandaşlığı bu kurucu bireyselleşmiş zemin ile devlet arasındaki `ilişki` olarak tanımlayan bir yaklaşıma dayanıyor. Dolayısıyla her vatandaş kendisini söz konusu cumhuriyetin sahibi olarak görüyor ve öyle de görülüyor. Toplumsal eşitsizlikler var olsa bile, neyin doğru olduğu sorusuna gelindiğinde hukukun vereceği karar o bireyselleşmiş zemin üzerinde meşrulaşıyor. Türkiye`de ise büyük harfle başlayan, kendine özgü bir Cumhuriyet var... Vatandaşı değil, devleti temel alıyor ve vatandaşlığı da kimliksiz bireylerin devlete intisap ederek kimlik kazanması şeklinde tasavvur ediyor. Bu durumda Cumhuriyet`in sahibi de devlet, yani siyasetten etkilenmeyen bir kurumsal yapı olarak tasarlanan ordu oluyor.
Bugün Balyoz davasından hüküm giyenler aslında geniş bir ideolojik ve kurumsal öz-aldatmanın sonucunu yaşayan `kader kurbanlarıdır`. Çünkü bu insanlar onlara öğretileni yaptılar... Bu öğretilenin bir parçası da kişilik pompalanması yaratıyordu. Dolayısıyla kendilerini bilgili, akıllı vs. de sanıyorlardı ve geçmiş eylemlerin başarısı bu kanılarını güçlendirmişti. Gerçekte nasıl olduklarını hiç anlayamamış ve belki de hiç anlayamayacak olan, bir anlamda zavallı insanlardan, kaybedilmiş hayatlardan söz ediyoruz.
Ama oturup acınacak halimiz yok. Çünkü yaratılan sistem sayesinde bu kast onyıllardır toplum üzerinde güç tahakkümü oluştururken, bunu kişisel imtiyazlara tahvil etti. Bu insanların yaptığı siyasi eylemlerin hukuki karşılığı ayrı şey, ama bir de toplumun enerjisini, katma değerini, hayallerini ve yaratıcılığını emmesi meselesi var. Soru toplumun buna nasıl razı geldiğidir... Alt kastı oluşturan İslami kesimin kendisini batı düşmanlığı, kurtuluş menkıbeleri, uyduruk tarih söylemleri ile oyalaması nedenlerden biridir. Diğer neden ise üst kastın orduyu kuşatan bir sosyolojik yapı oluşturması ve bu yapının Cumhuriyet`e geçişle birlikte nemalanıp palazlanırken, üniversite ve medyaya hakim olup yönetimdeki gayrimeşruluğu normalleştirmesidir. Taraf`ta çıkan bir habere göre Van`daki Yedi Kilise`nin restorasyonu için sahibine ulaşılmaya çalışılmış ve İl Kültür Müdürlüğü kimseyi bulamayınca çalışma başlayamamış. Neden sonra `Kilise`nin Fatih Altaylı`ya ait olduğu ortaya çıkmış ve o da bütün köyün kendilerine ait olduğunu ama olaydan haberinin olmadığını söylemiş. Önce iki nokta: Yedi Kilise gerçekten de yedi adet kilise. Geniş bir bölgeye yayılmış durumdalar. Sahibinin kim olduğunu ise Van`da herkes biliyor. İl Kültür Müdürlüğü`nün sahibi bulamaması kasıtlı bir tutum olabilir ancak. Gelelim asıl meseleye: Acaba Fatih Altaylı`nın dedesi bu kiliselere nasıl sahip olmuş? Oralar hep Altaylı ailesine aitmiş de Ermeniler gelip kilise mi kurmuşlar? O bölgede yerleşik birilerine sorduğunuzda iddiaları şu: Ermenilerin gönderildiği dönemde oraların ağası olan Hüsamettin Altaylı, bölgeye el koymuş. Sonradan oraları birine satmış ama daha sonra sattığı adamın da malına el koymuş...
Hukuk nerdeymiş diye soran olduğunu sanmıyorum... Halen o kastla çevriliyiz. Balyoz davası Cumhuriyet`in sadece bir ayağının ehlileşmesine dönük bir adım. Diğer ayağı hâlâ duruyor...