13 Eylül 2012
Mustafa Kemal`in, "fazahat", yani alçaklık olarak tanımladığı 24 Nisan için geri sayım sürüyor. Washington`da yapılan bir ömre bedel 45 dakikalık baş başa görüşmeye rağmen Türkiye`nin yöneticileri şimdi pür dikkat kesilmiş, Obama`nın ağızından çıkacak söze bakıyor.
Bir yanda Türkiye`de bazı aydınların yapacağı etkinlikler, diğer yanda ABD`de Başkan Barack Obama`nın Beyaz Saray`da yapacağı konuşma. Türkiye`de yine nefesler tutuldu. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan`ın, ABD Başkanı Barack Obama ile Washington`da yaptığı bir ömre bedel 45 dakikalık baş başa görüşmede, 24 Nisan`da yapacağı konuşmada `soykırım` sözcüğünü kullanmama sözü aldığı iddia edilse de tansiyon artıyor.
Oysa Mustafa Kemal Atatürk, 24 Nisan 1920`de Meclis`te yaptığı konuşmada, 1915`de Ermenilere yapılanları "fazahat", yani alçaklık olarak tanımlamıştı. Cumhuriyetin kuruluşundan önce ABD Radyo Gazetesi`ne verdiği mülakatta, "Ermenilere yeni bir Türk vahşetinin olmayacağının garantisini veririz" demişti. Kazım Karabekir`e 6 Mayıs 1920`de çektiği telgrafta, Karabekir`in, yeniden bir Ermeni katliamı anlamına gelecek her türlü girişimden uzak durmasını istemişti. Mustafa Kemal, İzmir suikastinden sonra 1 Ağustos 1926`da Los Angeles Examiner gazetesine şöyle bir demeç vermişti: "Şahsımı hedef alan o suikast Jön Türk, İttihat Partisi tarafından düzenlenmişti; o partinin, yaşadıkları yerlerden acımasızca kitlesel olarak sürgüne gönderilen ve yok edilen bizim milyonlarca Hristiyan vatandaşlarımızın hesabını vermesi gerekirdi..."
KATLİAMDA ÖLENLER ANILACAK
Buna benzer çok sayıda açıklama ve itirafa rağmen Türkiye`nin yöneticileri şimdi pür dikkat kesilmiş, Obama`nın ağzına bakıyor. 24 Nisan`ın hareketli geçeği ise kesin.
14 Senatör, Obama`ya bir mektup göndererek, "çürütülemez kanıtlara" rağmen ABD`nin henüz soykırımı tanımamasını eleştirerek Obama`yı "Ermeni soykırımını net bir biçimde tanımaya" çağırdılar.
Barack Obama`ya 10 farklı eyaletten 14 Senato üyesince gönderilen mektupta, ABD`nin henüz 1915-1923 döneminde meydana gelen olayları doğru adı ile tanımadığı vurgulanarak, "Bu haksızlığın giderilmesi ve 20. yüzyılın en büyük vahşetlerinden birinin gerçek adı olan olayların soykırım olarak tanınması" istendi.
İnsan Hakları Derneği İstanbul Şubesi, 24 Nisan kurbanlarını anmak ve "Bir daha asla" demek için, tehcirin başladığı Haydarpaşa Garı`nın girişinde bir etkinlik düzenleyecek. Ankara`da "Öncesi ve Sonrasıyla 1915, İnkar ve Yüzleşme" başlıklı sempozyum yapılacak. İstanbul`da ise Irkçılığa ve Milliyetçiliğe Dur De Girişimi `Büyük Felaket` olarak adlandırdıkları tehcirde yaşamını yitirenleri anacak. Çok sayıda aydın, yazar ve sanatçı Taksim Meydanı`nda "Bu acı bizim, bu yas hepimizin" diyecek.
NEDEN 24 NİSAN?
24 Nisan 1915`de, İstanbul`da Ermeni toplumunun önde gelen 235 aydını -milletvekili, yazarı, doktoru, sanatçısı, hukukçusu, şairi, bir gecede tutuklanır ve Haydarpaşa İstasyonu`ndan Anadolu`nun içlerine doğru sürgüne gönderilir. Bu yolculuktan çok azı sağ çıkar. Kısa zamanda tutuklananların sayısı ise önce 835`e, sonra 24 Mayıs`ta 2 bin 345`e çıkar. Bunu, Bakanlar Kurulu 28 Mayıs tarihli tehcir kanunu ile yüz binlerce Ermeni`nin kitlesel sürgünü izler. Bu yüzden 24 Nisan Ermeni kırımının resmi başlangıç tarihi olarak kabul edilir.
Fotoğraf, Bakanlar Kurulu`nun 28 Mayıs tarihli tehcir kanunun orijinalidir.
Hitler, bu yüzden 1939`da, Doğu Avrupa`da milyonlarca Yahudi`yi öldürmeden önce generallerine `Şimdi Ermenileri kim hatırlıyor?` diye sorar. Nazım Hikmet ise, 24 Nisan`da başlayan dramı şöyle şiirleştirir: "Bakkal Garabetin ışıkları yanmış/ affetmedi bu Ermeni vatandaş/ Kürt dağlarında babasının kesilmesini/ fakat seviyor seni çünkü sen de affetmedin/ bu karayı sürenleri Türk halkının alnına."
Anonim bir Ermeni muhacirlik türküsünde ise Lübnan`ın Der Zor çölüne tehcir şöyle anlatılır: "Der zor çöllerinde neneler biter/ Nanelerin kokusu dünyaya bedel/ Bu ayrılık bize ölümden beter/ Dini uğruna giden yiğitler/ Dini uğruna giden Ermeni"
SOYKIRIM YA DA GENOCİDE NE?
Türkçe karşılığı `soykırım` olan `genocide` kelimesi, Yunanca genos yani soy ya da ırk sözcüğü ile Latince kökenli `cide` yani öldürmek fiilinden türemiştir. Genocide sözcüğü İngiliz dilinde ilk kez 1944 yılında Polanyalı hukukçu Raphael Lemkin tarafından Naziler`in kitlesel Yahudi kırımını anlatmak için kullanılmıştır. Çünkü daha önce kullanılan kelimeler, 2. Dünya Savaşı koşullarında karşılaşılan planlı, programlı ve vahşi toplu imha olgusunu açıklamaya yetmemiş, soykırım sözcüğü bu ihtiyaçtan türetilmiştir.
İnsanlık kuşkusuz Yahudi kıyımından önce de kitlesel öldürme olayları ile karşılaşmıştır. Beyazların Amerika, Afrika ve Avustralya`da yerli halkları imha etmesi başta olmak üzere. Ancak Yahudiler herhangi bir ekonomik ve politik çıkar sorunun ötesinde yalnızca zararlı bir ırk olarak görüldükleri için yok edilmişlerdir. İşte gerçekleştirilen ırkçılık esasına dayalı bu kitlesel kıyımdan sonra, hangi nedenle olursa olsun benzeri katliamlar soykırım olarak adlandırılmaya başlanmıştır.
BM; 1948`de "Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi"ni karar altına almıştır. Türkiye`nin de 1950 yılında onayladığı sözleşmeye göre soykırım zaman aşımına uğramayan, bir ülkenin iç sorunu olarak görülemeyecek uluslararası bir suçtur. Sözleşmenin 2. maddesi şöyle: "Soykırım savaş veya barış dönemlerinde, etnik, ulusal, ırksal veya dinsel bir grubun tümüyle veya kısmen tahrip edilmesini içerir. Tanım grup üyelerinin öldürülmeleri, ağır bedensel ve ruhsal zararlara uğratılmaları, grubun hayatını devam etmesini engelleyecek yaşam koşullarının dayatılması, doğumların engellenmesi, çocukların zorla başka gruplara dahil edilmesi gibi hususları kapsar."
BEŞ KITADA KARARA DÖNÜŞTÜ
Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Komisyonu 1986 yılında Ermeni soykırımının tarihsel bir gerçek olduğunu karar altına almıştır. Avrupa Parlamentosu ise 1987 yılında 1. Dünya Savaşı sırasında gerçekleştirilen katliamın Birleşmiş Milletler Soykırım Sözleşmesi`ne göre, bir soykırım suçu olduğunu ilan etmiştir. Çok sayıda ülke, parlamentolarında bu kararı teyit etmiştir. Türkiye`yi ABD`de savunan lobiler bile soykırımın varlığını yadsımıyor, Amerikan çıkarlarına zarar vereceği için tasarıya karşı çıkıyor.
Şimdi ABD Temsilciler Meclisi`nde ateşli bir Türkiye savunucusu olan Dennis Hastert, Temsilciler Meclisi Başkanı olduğu Ekim 2000`de, Başkan Bill Clinton`ın ulusal güvenliğe zarar vereceği telkinlerini gerekçe göstererek, Ermeni tasarısını son anda Genel Kurul`da oya sunmaktan vazgeçmişti. Şimdi Türkiye`den aylık 35 bin dolar ücret alan Hastert`in açıklaması şöyleydi:
"Bu tasarıyı destekliyorum ve buraya gelmesini destekledim. Ermeni halkının tarihi bir trajediye maruz kaldıklarına ve tasarının bu olaylarla uyuşan bir mahkumiyet olduğuna inanıyorum. Fakat ABD`nin başkanı, Silahlı Kuvvetlerin başı ve komutanı tasarıyı Genel Kurula getirmememi istedi."
Başbakan, en son İsveç`e ve ABD`ye yaptığı gibi soykırım tasarısını kabul eden bütün ülkelere ambargo koyup büyükelçilerini çekerse, gezilerini iptal ederse Afrika dışında beş kıtaya bir daha adım atamayacak. Çünkü aralarında Almanya, Fransa ve Rusya`nın da bulunduğu 20 ülke bu tasarıyı çoktan kabul etti.
HACI HALİL`LERE ŞÜKRANLA
Zoryan Enstitüsü Başkanı Greg Sarkisyan, soykırımın 80. yılı dolayısıyla düzenlenen bir sempozyumda, katliamdan kaçan ailesini bir yıl boyunca çatısında saklayan Hacı Halil`i şükranla anarak, Türk halkına şöyle seslenmişti:
"Babam şimdi 90, annem ise 82 yaşında. Büyükbabamı idam etmişler, babaannem ise ırzına geçilerek öldürülmüş. Dokuz çocuklu aileden bir tek babam ve 5 yaşındaki kardeşim kurtulmuşlar. Anne tarafımın hikayesi ise farklı, biraz anormal ama bu yüzden ihmal edilmesi gerekmiyor. Annemin babası, ailesi önünde, hamile karısı ve yaşları 2 ila 8 arasındaki dört çocuğunun gözleri önünde idam edilmiş. Dedemin iş arkadaşı varmış Hacı Halil. Dedeme, başına gelebilecek kötü bir durumda tüm aileye bakacağı, gözünün arkada kalmaması sözünü vermiş. Tahmin edebilecek felaketlerin en kötüsünden bile daha dehşetli olan bu felaket meydana geldiğinde ise Hacı Halil sözünü tutmuş ve evinin çatısında bizi aileyi tam bir yıl boyunca saklamış. Ailenin saklandığı yer lojistik bakımdan oldukça tehlikeliymiş. Anneannemin yeğeni de dahil toplam yedi kişi imişler çatı altında. Kimsenin dikkatini çekmeden yedi kişi için alış veriş yapmayı, her gün, bir sonraki geceye yetecek kadar yemek hazırlamayı Hacı Halil aylarca yapmış. Arada bir, iki karısını ve hizmetçilerini akrabalarına yollayarak saklananların aşağıya inmesini, elbiselerini yıkamalarını ve banyo yapmalarını da sağlamış. Çocuklardan ikisi öldüğünde onları da gizlice gömmüş. Tüm bunları yaparken çok büyük riske girdiğini biliyordu Hacı Halil. Üstelik hizmetçileri ne yaptığından haberdardılar ve eğer yakalansaydı, onun da kaderi Ermenileri bekleyen kaderle aynı olacaktı.
KARDEŞLİK ELİ
Ben kendi kuşağımın amca ve teyzeleriyle birlikte büyüyebilen çok az çocuktan birisiyim. Tüm bunlar bana, Hacı Halil`i hatırlatıyor. Tanrının rahmeti onunla olsun. Daha sonra da Halep ve Beyrut`ta Ermenilerin yoğun olarak yaşadıkları bölgelerde yaşadım, okula gittim, Zavarian hareketi gibi örgütlere katıldım. Özgür ve bağımsız Ermenistan rüyası ve Türkler tarafından yapılan kabus, gördüğüm eğitimin iki temel direği idi. Hem Ermeni örgütlerden, hem de hayatta kalanlardan Türklerin insanlık dışı yaratıklar olduklarını öğrendim... Ama Hacı Halil`in anısı benim bilincimin bir parçası idi ve ben insancıl Türkün, onun ailesinin varlığının bende yarattığı ikilemi bilerek büyüdüm. Bende içselleşmiş olan bu ikiliğin bana öğrettiği bir gerçek var. Gerçeklik ve adalet o kadar kolay değil, bu mutlaka araştırılmalıdır...
Elimi buradan, Türkiye`nin insanlarına uzatmak istiyorum. Hatırlamaları için rica ediyorum; bir zamanlar devletleri belki katiller tarafından yönetilmişti, ama onların Hacı Halil`leri de vardı. Jenosit gerçeğini kabul etmek, üzüntüyü dile getirmek, bu sonuncuların anısına yakışan şey olacaktır. Bizler arasındaki iyileşme süreci de belki böyle başlayacaktır..."