21 Mayıs 2012
1970 öncesinde William Saroyan’ın öykülerini okumuştum. “Aram Derler Adıma”, “Yoksul İnsanlar” ve “Cesur Delikanlı” adlı kitaplardı bunlar ve yazarın Amerikalı olduğundan söz ediliyordu. İlkokulu Şişli’de, ortaokulu Bomonti’de, liseyi Taksim’de okuduğum için azınlıkları tanıyordum. Bizim sınıflarımızda bir çok Ermeni, Rum ve Musevi arkadaşımız olurdu. Mahallemizdeki elebaşı Boğos’a biz Bodos derdik. Top cambazı Armenak hangi takımdaysa, o takım mutlaka maçı kazanırdı. Topu hiç kimse ayağından alamazdı, herkesi çalımlayıp golü atardı. 1955 yılının 6-7 Eylül yağmasından sonra İstanbul’daki azınlıkların sayısı hızla azaldı. Artık çevremizde Ohannes, Artin, Karabet, Yorgo, Stelyo, Moiz, Simon gibi isimler kalmamıştı.
Saroyan’ın Ermeni olduğunu anlamıştım. Daha sonraları “İnsanlık Komedisi”, “Altın Çağ” ve “Dünyanın Bir Öğle Sonrası” adlı romanlarını da okumuştum. Gazetelerde yazarın Ara Güler’le Bitlis’e gittiği haberini de görmüştüm. Yine o sıralar Zaven Biberyan’ın “Yalnızlar” romanı yayımlanmıştı. Bir de Vartan İhmalyan’ın anıları vardı. Türkçede Ermeni yazını bu kitaplarla sınırlıydı.
1993’de Aras Yayınları kurulduğunda çok sevinmiştim. Mıgırdıç Margosyan ve Hagop Mintzuri gibi yazarların öyküleri yayımlanmıştı. O dönem Margosyan üzerine bir yazı yazmıştım. Aras Yayıncılık, amacını ve hedefini şöyle belirlemişti: “Kısa zamanda ‘Ermenice edebiyata açılan pencere’ olarak nitelenmesini sağlayan bir yayın çizgisi izledi. Türkçe ve Ermenice kitaplarıyla, Türkiye’de iki dilde yayın yapan ender yayınevlerinden de biri oldu. Ermeni yazarlardan çeviri kitaplar veya çağdaş Ermeni yazarların kaleminden doğrudan Türkçe eserler basan yayınevi, bu yolla, aynı coğrafi bölgede doğup büyümüş, yan yana yaşayan farklı kültürlerden insanların birbirlerini edebiyat yoluyla daha iyi tanıyıp, anlamalarına yardımcı olmayı, insanlığın ortak değerlerine birlikte katkıda bulunmayı amaçlıyor. Günümüz Türkiye’sinde İstanbul’da yoğunlaşmış bir azınlık toplumu olan Ermenilerin kültürel öğelerini gelecek kuşaklara da taşımaya aracılık eden Aras Yayıncılık, Türkiye’de köklü bir geçmişi olan Ermeni yayıncılık geleneğinin yeni binyılda temsilcisi ve sürdürücüsü olmayı hedefliyor.”
Hafta başında yayınevine uğrayıp tam 35 kitap aldım, epeyce bir indirim yaptılar bana. Kitapları karıştırdığımda ilk izlenimim şu oldu: Ermeni yazarlar daha çok öykü üzerine yoğunlaşmışlar. Bu yüzden roman sayısı az, şiir de öyle. Okumaya şiir kitaplarından başladım. Aram Pehlivanyan’ın şiirleri topu topu seksen sayfaya sığmıştı. 1940’lı yıllarda şiir yazıp da Nazım Hikmet’in etkisinde kalmamak mümkün değildi elbette. İstanbul üzerine yazılan şiirlerde emekten, gelecek güzel günlerden, özgürlük ve umuttan söz ediliyordu. Şiirlerin çoğu Ermenice yazılmıştı. Az sayıda Türkçe yazılmış şiirler de vardı kitapta. 1944 tarihli “Selam” adlı şiirin sonu şöyle:
“Selam olsun / dikenli tellerin ardından / ölüme bakan rehinelere / selam olsun / yarın sabah gözlerinde paçavrasıyla karanlığın / yere düşeceklere / ekmeğe, yaşama / ve tüm sevdiklerine hasret içlerinde.
Ve selam olsun / gözlerinde doğacak sabahın ışıltılarıyla / karanlığın içinden / güzel yarınların umudunu kuşanmışlara / Selam olsun!...”
Karin Karakaşlı’nın Türkçe şiir kitabı “Benim Gönlüm Gümüş”de ilginç şiirler vardı. Kayıp Bürosu, Şehir Hatları ve Kırkbir adlı şiirleri beğendim.
Ardından öykülere başladım. “Yaşamı Beklerken”de Antan Özer’in on İstanbul öyküsü vardı. Sait Faik’in Burgaz adası öyküleri gibi, Antan Özer de Kınalı’yı anlatıyordu. Kahramanları İstanbul Ermenileriydi.
Yervant Sırmakeşhanlıyan’ın dokuz öyküsü “Balıkçı Sevdası” adı altında toplanmıştı. Öyküler, Cumhuriyet öncesi İstanbul’unu çok renkli bir biçimde dile getiriyordu ve hemen hemen hepsi de denizle ilgiliydi. 1870 doğumlu yazar, ne yazık ki 1915 soykırımında öldürülmüştü.