23 Nisan 2012
18 Nisan Malatya Zirve Yayınevi Katliamı`nın beşinci yıldönümüydü. Katliamda öldürülen Alman Tilman Geske`nin eşi Suzanne Geske, geçen hafta `Kocamın katillerini affettim` demişti. Bu affı anlayabilmek için evine misafir olduk.
Tilman Ekkehart Geske, Necati Aydın ve Uğur Yüksel 18 Nisan 2007’de Malatya Zirve Yayınevi’nde Suzanna Geske ve çocuklarının tabiriyle ‘çocuklar’ tarafından boğazları kesilerek öldürüldüler. Katliamın beşinci yıldönümünde Suzanne Geske bir basın toplantısı yaptı ve cinayeti işleyenleri affettiğini söyledi. Büyük ihtimalle ‘Bunlar çocuklarımızı Hıristiyan yapacaklar, öldürecekler’ korkuları zerk edilerek ellerine bıçak verilmiş o ‘çocukların’ benzerlerinin üzerine üç hilaller yaptığı elektrik trafosundan üç sokak ötedeki Geske’lerin evinde bu affı anlamaya çalıştım.
İnce bellide koyu çay müptelası olacak kadar, ‘dul kadın saçını açık bırakıp çarşıya çıkmaz’ ‘ahlakı’ içine işleyecek kadar ‘Türk’ artık Suzanna Geske. Kocasını anlatırken nasıl doluyorsa gözleri, Türk – Kürt savaşının bitmesini dilerken de aynı acıyla dolacak kadar ‘içerden’. Almanın Müslüman düşmanlığıyla Türk’ün Hıristiyan düşmanlığını zaman zaman aynı kefeye koyacak kadar ‘dışardan’.
Kocasının boğazını kesenlere dua edecek, intikamı zaaflarla dolu insana değil Tanrı’ya emanet edecek kadar ‘öte dünyadan’.
Kapıdan girer girmez de o ‘öte dünyadan’ bir poster karşılıyor beni. Üzerinde insan olmanın üç şartı iman, sevgi ve dua yazıyor. Salonun bir duvarında yakın arkadaşlar Tilman Geske, Necati Aydın ve Uğur Yüksel yan yana gülümsüyorlar bir fotoğraf karesinde. Çevresinde Geske çifti ve ikisi kız biri erkek üç çocuklarıyla aile fotoğrafları… Büyük bir org duruyor salonun ortasında. Duvarda gitar, yerde darbuka. Masanın üzerinde kuru dallardan yapılma dikenli tacı İsa’nın; büyük ihtimal akşamki toplantıdan kalma. Geske’nin söylediğine göre 30 kadar Hıristiyan var Malatya’da. Bir toplanma yerleri olmadığından evlerde toplanıyorlar. Malatya’da bir Ermeni kilisesi var ama tadilatta. “Açılınca da Van’daki Akdamar gibi olur” diyor Geske. “Senede bir ibadete açık, turistik bir yer...” dedikten sonra ekliyor; “Zaten kiliseye ne gerek. İnsan neredeyse Tanrı’nın evi orası.”
Sohbete Türkiye’ye yolculuklarının başlangıcından, Yunanistan’daki balayından başlıyoruz. Türkiye’ye yaklaşmışken İstanbul’a da uğruyorlar. Sonra yedi arkadaşlarıyla birlikte Suzanne Geske ilk çocuğuna hamileyken Tatvan’dan Mersin’e tura çıkıyorlar. Yıl 1993. Hâlâ neden olduğunu anlayamadığı Türk-Kürt savaşının ortasında dolaşıyorlar doğuyu, güneydoğuyu. Bir sürü badire atlattıkları bu turdan sonra Türkiye’ye yerleşmeye karar veriyorlar. 1997’de “İstanbul kadar kalabalık olmayan, Ankara kadar Almanya’ya benzemeyen” Adana’ya yerleşiyorlar. Almanya’daki 36 metrekare evlerinden kat kat büyük bir eve taşınıyorlar. Türkçeyi elinde sözlükle katıldığı kadın günlerinde öğreniyor Geske. Türkleri de orada tanıyor iyice. Sonra Malatya’ya taşınıyorlar. Geske ailesinden önce, haberleri geliyor şehre.
Yerel gazete Son Söz yazıyor; “Misyonerler geliyor”. Beş sene sonra aynı gazete, katliamda öldürülenlerin mezarları başında anıldıkları haberleriyle sehpanın üzerinde bize bakarken soruyorum; ‘Kalabalık mıydı tören?” “Daha çok polis vardı. MİT vardı” deyip gülüyor. “Anlamıyorum” diyor sonra. Ve ardından sohbet sırasında sık duyacağım kelimeleri sıralıyor; “Saçma. Çok saçma…”
Her şeyin sıfırlandığı gün
2006-2007 seneleri en zor seneleri Geske’lerin bu topraklardaki. Bürokratik sebepler nedeniyle Tilman Geske’nin yurtdışında okumak isteyenlere rehberlik hizmeti verdiği işyeri kapatılıyor önce. Evi ofis olarak kullanmak istemediğinden arkadaşlarının sahibi olduğu Zirve Yayınevi’nin bir odasına yerleşiyor. Karısının tatil için biriktirdiği parayı işyerinin kapatma işlemleri için kocasına verdiği gün, kocasını son gördüğü gün. Sonrası, Tilmen Geske’nin telefonundan o güne kadar duymadığı o ses; “Aradığınız kişiye şu an ulaşılamıyor”. Geske’nin tarifiyle “Her şeyin sıfırlandığı” o günden beri telefon kapatmak yok bu aileye. “Çocuklara telefon verilmesine karşı olsam da 8 yaşımdaki kızıma bile aldım. Sakın kapatmayın diye tembihliyorum hep” diyor. İlk seneler iki ev ötedeki bakkala bile yalnız gönderememiş çocuklarını. Şimdi nereye gitseler mesaj çekiyorlar birbirlerine. “Peki nasıl geçti beş sene?” deyince “Çok çabuk geçti” diyor önce Geske, sonra hayatlarının nasıl değiştiğini anlatıyor; “Artık herkes bizi tanıyor. Dedikodu olmasın diye uyumlu olmaya çalışıyorum. Mesela bir aile dostumuz burada ama eve alamadım onu laf olur diye, dışarıda buluştum”.
“Nasıl kırılır bu duygular?” sorumun karşılığını cinayetlerin öncesinde “Misyonerler gelecek kötü şeyler yapacaklar” diye tarif ettiği medya yayınlarıyla veriyor Geske. “O kadar baskı vardı ki kafalarının içine işlediler” diyor. Sonra “80 milyonluk bir ülkede insanlar 54 insandan neden korkar?” diye soruyor.
Çayları tazeleyip Türkiye’den Almanya’ya geçiyoruz. “Almanya’da da aynı şeyler var. Medya sürekli Müslümanların hepsi canlı bombaymış gibi davranıyor. Çünkü tanımıyorlar” diyor. Ardından kocasının ailesinin Türkiye’ye gelmekten nasıl da korktuğunu anlatıyor. “Çok komik, sarışın oldukları için bile herkes onlara bakacak sanıyorlar. Ben de diyorum ki ‘Her Türk esmer değil’.” Yeni neslin değiştirme gücüne dair annesinin Türkiye ziyaretini örnek veriyor Geske; “Annem hep Türkler pis derdi. Çünkü yoksul mahallelerdeki Türk evlerinin dışını görüyor. Gelip de içlerine girince anladı. Artık Almanya’da bir Türk görürsen yanlış bir şey düşünme dedim. Tamam dedi.”
Siz nasıl Türksünüz!
“İnsanlar bunca şeye rağmen neden burada kalmakta ısrar ettiğinizi anlamıyorlar” deyince ben; “Neden anlamıyorlar ben de onu anlamıyorum” deyip devam ediyor: “Çocuklarım burada büyüdüler, burada okula başladılar. Her şeyi burada yaşadık, burada aile olduk. Almanya’da aile Türkiye’deki kadar iyi değildir. Bir de zaten bir felaket yaşadık, bütün eşyaları toplayıp yeni bir ülkeye, yeni bir çevreye gidemeyiz. Nereye gideceğiz? Burada bir çevremiz var. Cenazeden sonra cemaatimizden, komşulardan bir sürü insan yardım etti. Öğretmenler yardımcı oldu. Muhtar geldi ziyarete, caminin hocası geldi. Almanya soğuk bir ülke, kimse gelmez yardıma.” Sözünü bitirince “Bazı insanlarda bir suçluluk duygusu da var mıdır?” diye soruyorum. “Vardır tabii” deyip örneklerle anlatıyor: “Bazı gençler yanıma gelip ağlayarak ‘Üzüldük suç bizde’ dediler. Dedim ‘Sizin suçunuz ne?’ Çok ilginç şeyler yaşadım. Buradakiler çok milliyetçiler. Ülkü Ocakları’ndan olanlar belki suçlu hissetmişlerdir. Küçük kızım yüzücü. Malatya Gençlik Spor tamamen MHP’cidir. Kızımın en yakın arkadaşının ailesi de öyle. Bu arkadaşının annesi anlattı, bir gün yemekte kız kalkıp bağırmış: ‘Siz nasıl Türksünüz? Nasıl Türklüğü bu kadar övüyorsunuz? Siz Türk olarak benim en iyi arkadaşımın babasını öldürdünüz’...”
Hepinizi teker teker seviyorum
Çocuklardan konuşurken Suzanne Geske’nin ortanca çocuğu Lucas okuldan geliyor. Beş sene sonra babasının öldürülmesine dair ne hissettiğini sorduğumda “Bize müzik aletlerini çalmayı babam öğretti. Ben öyle hatırlıyorum onu” diyor. “Sanıklara ne demek isterdin?” sorumuysa “Hiç düşünmedim” diye cevaplıyor. Aynı soruyu anne Geske benim isteğimle içeride ders çalışan küçük kızı Miriam’a da soruyor. O da hiç düşünmeden “Hepinizi teker teker seviyorum derdim” diyor. Sonra Suzanne Geske alıyor sözü; “Biz o çocuklar akıllı şeyler anlatsınlar da daha az ceza alsınlar diye dua ediyoruz. Çünkü onları kandırmışlar. 94 yıl cezadan bahsediliyor. Sadece bizim hayatımız değil, sekiz tane hayat mahvoldu. ‘Biz sizi affettik, siz artık rahat olun’ diyoruz. İnanıyoruz ki vicdanları rahat bırakmaz onları. Ben diyorum ki, dallarla değil köklerle uğraşalım.” Hep beraber yemeğe çıkarken arkadaşlarından gelen bir telefon mesajı anlatıyor bu ‘yüce gönüllülüğün’ sebebini sanki; “İyi olduğumuz için değil, iyi olalım diye kurtarıldık”…
http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalDetayV3&ArticleID=1085662&CategoryID=77