30 Haziran 2011
Sevgili, saygıdeğer Patrik II. Mesrop, Ermeni halkının ikinci kez yaşadığı Bir Vartabed Gomidas olayı bence.
Her ikisi de, gerek Vartabed Gomidas, gerekse Mesrop Mutafyan iki korku ve dehşet döneminin kurbanı.
Onlar, kendi toplumlarının karşı karşıya bulunduğu tehditlerin bedelini kendi ruhları ile ödediler.
Bundan birincil olarak sorumlu ise aynı erk odakları ve aynı zihniyet:
İttihatçılık ve Neo-İttihatçılık.
Devletin engellemelerine karşın Mesrop’un Patrik seçilmesi, bir anlamda cemaatin yeniden onurlu bir duruşu sergilemesi ve birliğini sağlaması anlamına geliyordu.
“Türk Ermeni Patriği seçilmemle birlikte yeni bir dönem ve sayfa açılmıştır. Mesleğimin yükselmesi için benim alçalmam gerekir. Bunu yapmaya mecburum” diyecekti Mesrop seçildikten sonra.
Türkiye, “annus terribulus/ korkunç yıl” diye anılan 1993 yılından sonra yeniden peş peşe gelen “karanlık” dönemlerden geçti.
“Misyonerlikle” eşleştirilen Hristiyanlık, artık milli güvenliği tehdit eden unsurlar arasında sayılıyordu.
Özellikle 2003 sonrası hareketlenen “Ergenekon” yapılanmasının hedefleri arasında artık Hristiyan din adamları da vardı.
Mesrop’un temsil ettiği Patriklik kurumu ise inanılmaz, bunaltıcı bir tehdit ve hakaret sarmalı ile yüz yüze kaldı.
Bunun yanı sıra ise Patriklik devlet tarafından diasporada yaşayan Ermenilere karşı tavır almaya zorlandı.
Ve koz olarak da “cemaatinizin güvenliği açısından, yapsanız iyi olur” diye bir söylem tutturuldu.
Göstermelik dinler arası diyalog toplantıları dayatılıyor, sözde akademik inkarcı konferanslara katılınması için baskı oluşturuluyordu.
2005 yılında Kayseri Üniversitesi’ndeki Ermeni Konferansı sırasında alınan bir toplu fotograftaki Mesrop’un acılı yüzünü unutmam asla mümkün değil.
Yine bu yıllarda devlet dayatması ile gittiği ABD’de oradaki Ermeni toplumunun bir bölümü tarafından protesto edilmesi de, onun ruhunu en yaralayan olaylar arasındaydı.
Mesrop kendisi ile yapılan son röportajda şöyle diyecekti:
“Ermenistan ve Diaspora’yla da ilişkileri geliştirmenin zamanı geldi artık. Türkiye’ye ve Ermenistan’a karşılıklı olarak gazeteciler, gençler, akademisyenler, sivil toplum kuruluşları ziyaretler düzenlemeli, beşerî ilişkilerin gelişmesi sağlanmalı. Zor konulara daha sonra girilir. Önce karşılıklı güven ve anlayış tesis edilmeli. Bunu sağlamak adına, sanatsal yarışmaların düzenlenerek, karşılıklı güvenin ve anlayışın pekiştirilebileceğini düşünüyorum. Ayrıca, Türkiye Ermenilerinin TBMM’de temsil edilmesini de isterim. Romanya’da, hatta İslamî bir cumhuriyet olan İran’da bile Ermeni kökenli milletvekilleri var. Vatandaşlık, hoşgörü gibi kavramlar soyut ifadelerdir. Siyasî partilerimiz politikaya ilgi duyabilecek Ermeni vatandaşlarımıza biraz daha ilgi gösterebilirlerse daha somut bir adım atmış olurlar.”
Onun en sevdiğim sözlerinden biri de her iki toplumun da “terapiye ihtiyacı oluğu” yolundaki değerlendirmesi idi.
Türkiye’de bir kaos yaratılması planlanıyordu ve bunun ortasında olanlar arasında Mesrop da vardı.
Patrikhaneye, Ermeni okul ve kurumlarına tehditler ve hakaretler yağıyordu ve O, sürüsündeki kuzuları için derin endişe içinde olan bir çoban gibiydi.
Gelmiş geçmiş en entelektüel Patrikler arasındaydı Mesrop.
Mesrop, cemaatini koruyucu tavırları nedeniyle, eleştiriler de aldı. İlk baştaki Patrikin gidip yerine bir uzlaşmacının geldiği de belirtildi.
Sonuç olarak Hrant Dink ve Mesrop’u hedef alan Ergenokoncu suikast planları başarılı oldu.
Mesrop da benim için taamüden planlanmış bir suikastin kurbanı.
Belki onun bedenini alamadılar, ama ruhunu ağır biçimde yaralamayı başardılar.
Mesrop ilk ciddi krizini Hrant’ın cenaze törenini yönetirken geçirdi.
İki ay sonra şöyle diyecekti:
“Bir an o ortamdan ne kadar uzak olduğumuzu düşündüm. Özellikle Hrant Dink suikastından sonra benim toplumum Türkiye’de gerçekten de çok tedirgin bir döneme girdi. Peş peşe birbiri ardına gelen garip ziyaretler, değişik kurumlara, gazetelerimizden birine. Geçen hafta Hrant Dink’in ölümünün 40’ıncı gününde kilisenin bahçesinde tabanca sıkılması, gerek patrikliğimize, gerek başka kurumlarımıza tehditlerin devam etmesi. Bunlar beni bazen ‘Gerçekten ben doğduğum ülkede miyim?’ diye düşündürüyor. Biz böyle büyümedik. Benim büyüdüğüm mahallede Türkler, Ermeniler, Rumlar, Yahudiler hepimiz bir arada büyüdük. İstanbulluluğu paylaştık. Bu gibi aşırı milliyetçi tepkiler bizden çok uzak şeyler.”
Cemaat Mesrop’un rahatsızlığından sonra iyice bölündü. İlk baştaki birlik ruhu kayboldu.
İnisiyatif yine resmiyetin eline geçti.
Devlet katının ne derdine, Ermeniler birbirleriyle çatışsın daha iyi.
Bu durumu daha da trajik kıldı.
Sanki, sevgili Mesrop’un ölümü beklenir gibi oldu, çıkmazdan kurtulmak için.
Ermeni toplumunun birliğine inanan ve saygı duyan bir dost olarak gelinen durum beni son derece üzüyor.
Yine de bir mucize dileyerek ve sevgili Mesrop’a sağlık dileyerek…